20 Ekim 2015 Salı

INSANLIĞIN IMTIHANI KARBONDIOKSIT


Şimdiye kadar birikmiş karbondioksitin atmosferden temizlenmesinin bir yolu bulununcaya kadar, CO2 salınımının: örneğin yeni termik santrallerinin açılmasının yasaklanması, halen çalışmakta olanların da mümkün olduğunca kısa zaman zarfında kapatılarak yenilenebilir enerjilerle dönüştürülmesi en acil önlem olarak görülüyor. Bilim insanları, en az 500 yıl boyunca, hali hazırda bulunan CO2 nin çeyreğinin atmosferde kalacağı gibi bir tahmin yürütüyorlar. Önümüzdeki yıllarda işin ciddiyetine binaen atmosfere CO2 bırakan bütün enerji santrallerinin kapatılması gerektiği, binaların enerji korumalı olmak zorunda olduğu, karbon salınımı vergisinin mecburiyet olduğu öngörülüyor. Bu arada, dünya petrol rezervlerimizi de yarıladığımızı öğreniyoruz. Ayrıca, zehirli gazların salınımının azaltılmasının hedeflendiği Kyoto Protokol'ünün bütün ülkeler özellikle de karbon salınımının en fazla olduğu ABD tarafından imzalanması daha fazla bekletilemez. 2008 yılında bir NASA bilimadamı olan Prof.James E. Hansen, eğer CO2 salınımı durdurulmazsa, 2010 yıllarında CO2 oranı 400_425 ppm civarında olacaktır diyerek, doğru bir öngörüde bulunmuştur. Eğer sadece dünya genelinde kömür kaynaklı CO2 salınımı tamamen durdurulursa ancak bu şekilde iklim değişikliği durdurulabilir demektir. Ancak, azalmak bir yana dursun kömürün payı artmakta. Bir çok ülke en az 50 yıl çalışacak kömür santralleri kurma planları yapıyor. Enerji, CO2, atmosfer, iklim sadece ulusları değil, bütün dünyayı ilgilendiren bir konudur ve kararlar ortak denetimli bir biçimde alınmalıdır. CO2 nin atmosferdeki uzun ömrü iklim değişiminin bir numaralı sebebi olarak belirlenmiştir. Sanayi devriminin dünyamıza kazandırdığı CO2, 2020 ye kadar zorunlu veya gönüllü, ortadan yok olmalı. Karbon havaya salınmadan hapsedebilecek teknolojiler her yer ve kişiyi kapsayacak biçimde yerleşmeli.
ABD ve Kanada CO2 nin kişi başına salınımı en yüksek ülkelerdir. Gezegen ve doğa ana sorumluluğun kime ait olduğuna bakmıyor. Patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen iklim konusu, bilinçte bütün canlılardan üstün olduğunu iddia eden insanlığın en büyük imtihanı. Bu artık bir ölüm kalım meselesi.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

EKŞI OLMAYAN DOĞAL MAYA


Ekmek yolculuğuna çıkış sebebim; hazır mayaların ve ekmeklerin sakıncalarını öğrenerek, kendi doğal mayamla ekmek yapmak istememdi. Ilk olarak ekşi mayayı denedim. Ekşi, tadına alışamadığım ekmekler çıktı ortaya. Sorunu maya ile uğraşarak çözmeye çalışırken, ekmeğimin tadını ilk yumuşatma denemelerimde; kullandığım ekşi mayayı her defasında yeniden hazırladım. Ekşilik azaldı ama maya zayıf olduğundan ekmek iyi kabarmadı. Kabarsın diye uzun süre bekletince de daha ekşi oldu. Ekşi maya serüveni ekmeğin ekşiliği yüzünden mecburen sonra erdi. Kaynakları araştırdıkça gördüm ki, ekmek yapmaya niyetli olanların karşısına; mayasız, ekşi mayalı ve hazır mayalı yolları çıkıyor. Ekşi seçeneğini yiyemediğimiz için eledik. Hazır maya hem zararlı, hem de hazır ekmek olarak yapılıp satılıyorken neden vakit ve enerji harcayayım diyerek bu seçeneği de zaten baştan elemiştim. Mayasız ekmek ise sacda pişim mecburiyetinde, o da şehir ortamında ne derece mümkün? Ayrıca mayasız ekmek besin değeri açısından fakir olduğu için, yapabilsem bile, uzun süreli kullanımlarda besin eksikliği yaratıyor. Sonuç: mecburi seçenek bir şekilde tatlı doğal maya yaratmak!
    Bence, maya yapılan ekmek konusunda; temiz su ve doğru un kullanmanın mümkün olmasından daha önemli olan şey: doğal mayanın ekmeğe kattığı besin değeri. Mayasız ekmekte bunu göremezsiniz. Hazır mayalar ise fayda yerine zarar veren agresif maya mantarları kullanarak elde ediliyor. Yediğimizde bedenimize ekstra mantar yükü getiriyor. Bu, bağırsaklarda daha çok mantarın salgıladığı zehir demek. Mantarı vücuttan kovan başlıca şey ise faydalı bakteriler. Bu bakterileri vücudumuza almanın birçok yolu var. Ekmek, sirke, turşu, hamur mayalı turşu...( Blog yazılarımda ilgili konuları bulabilirsiniz.)
       Ekşi maya yerine tatlı maya ararken nohut mayasıyla karşılaştım. Nohut mayası aslında biraz farklı tat ve kokusundan dolayı belli yerlerde kullanılıyordu. Istediğim günlük ekmek kullanımından uzaktı. Ama vazgeçmek yok! Nohut mayalı hamura geçtim bu defa da hiç alışkın olmadığım bir kokuyla karşılaştım.
        Benim aradığım arada bir şey olmalıydı. Nohut mayamı ekşitip denemeye karar verdim. Çıkan ekmeğin tadı ve kokusu mükemmel, tatlı, tam köy ekmeği gibi oldu. Ekşi mayalı ekmeğin tat ve kokusundan uzak, nohut mayalı ekmeğin çarpıcı (kimse alınmasın hafif çürüğümsü) kokusuyla da alakasız, arada bir ekmek oldu.
      Nohut mayası ne kadar zaman geçse de belli bir ekşilik oranını aşmadı. Maya hep temiz elle dokunulmalı, un konmuş kasede ılık yerde üzeri streçli tutulmalı. Ekmek yaparken keten tohumu, baharat gibi malzemeler katılmadan saklanacak maya çekilmeli. Maya ayrılmadan hamurun tuzu katılmış olmalı. Yani maya (normal tuzlu) ayrılmalı. Maya oda sıcaklığında veya  buzdolabında saklanabilir.
   Öncelikle kendimize en az bir ay mühlet verelim.
Çünkü nohut mayasını hazırlayıp ekşiteceğiz. Bu arada dayanamayıp ekmek yaparsak her defasında daha iyi kabarmış, daha özlü ekmek çıktığını görürüz.
     Malzemeler:
Bir avuç her biri havanda ikiye kırılmış nohut.
Bir kaşık doğal (değirmen) un.(yoksa tam buğday)
Bir bardak kaynamaya yakın sıcaklıkta içme suyu.
Bir tutam kaya tuzu.
Malzemeleri cam kavanozda karıştırın. Birçok tarifte sarın, sıcak yerde koyun deniyor. Fakat ben bu şekilde başaramadım. 37_38 derece sıcaklık sabit olmalı. Elektrik ocağının en düşük ayarında, tencereye mayalanma sıcaklığındaki suyun içine kavanozu oturttum. Tencereye değmesin diye kavanozun altına bir tabak koydum. Tencerenin kapağını kapadım. Bu işlemi sabah yapın ki akşama kadar sıcaklık kontrolleri olsun. Sıcaklık kendini tam mayalanma sıcaklığında dengelemeli. Güvenli biçimde gece boyunca elektrik ocağı açık tutarak tenceredeki suyun mayalanma sıcaklığında kalması sağlanmalı. 24 saat mayalanma için yeterlidir. Bu işlemi termosta yapabilirmiyiz diye düşünmüyor değilim. Neyse ki ben artık mayamı hazır etmişim. Deneyen olursa, sonucu bilmek beni mutlu eder. Sabah kavanozda en az iki parmak beyaz köpük oluşmuş olmalı. Çok kötü kokacak, hazır olun. Isterseniz balkonda açın. Benden söylemesi. Kavanozu açıp plastik süzgeçten geçirin. Çıkan suyu bir tutam tuz ve doğal unla kulak memesi kıvamında yoğurun, un üzerinde bir kapta ılık yerde dinlendirin. Her kabarıp çatladığında hafifçe yoğurun. Her yoğurmada un eklemeyebilirsiz maya hamur kıvamında kalsın yeter. Zamanla mayada hafif ekşi ayran gibi bir koku olur, yoğrulunca geçer. Artık maya hazır demektir. Aynı mayayı dört aydır küflenme, bozulma olmadan kullanıyorum. Ancak mayayı kontrolsüz bırakmamak gerekir, yoksa bozulur.
     Eğer elinizde ekşi maya varsa bir bezelye büyüklüğündeki parçayı hazırladığınız nohut mayasına eklerseniz ekşimeyi hızlandırırsınız. Ortalama bir kilo un için en fazla bir portakal büyüklüğünde maya kullanmak yeterli olur. Her ekmek yarışta hamur yoğururken portakal büyüklüğünde hamur ayrılarak, bir miktar un konmuş kapta muhafaza edilmeli. Maya olgunlaşınca buzdolabında saklayabilirsiniz. Ben her hafta ekmek yaptığım için oda sıcaklığında, kabardıkça hafifçe yoğurarak muhafaza ediyorum. Sıcak günlerde muhafaza için buzdolabı iyi bir seçenek. Uzun süre kullanmayacaksanız, mayayı kontrollü olarak, unun içinde kurumaya bırakabilirsiniz. Kullanacağınız zaman suda eritebilirsiniz. Doğal maya ile yaptığım hamur ve geleneksel doğal ekmek tariflerini ayrıntısıyla okuyabilirsiniz. http://smrgnddogalyasam.blogspot.com.tr/2015/04/geleneksel-dogal-ekmek-tatli-mayali.html?m=1
    NOT: Ayırdığınız mayayı diğer hamur işi tariflerinde kabartmak için kullanabilirsiniz. Ben mayalı poğaçayı ve böreği gayet başarılı yaptım( mayanın ekşi olmaması sayesinde). Aynı zamanda yapacağınız turşuların hamur mayası olarak tercih edebilirsiniz. Turşuda kullanmanızı kesinlikle tavsiye ederim. Biber, salatalık, lahana, şalgam... Mükemmel ve kıtır kıtır oluyor, uzun süre dayanıyor. Ayrıca hamur mayalı turşu, sirkeli turşudan daha vitaminli ve hafif. Denemenizi tavsiye ederim.

HOŞÇAKALIN

24 Temmuz 2015 Cuma

MAKINEDE EKŞİ MAYALI EKMEK YAPMAK


Ekmek yolculuğunda yeni yardımcılar ediniyoruz: ekmek yapma makineleri! Eğer piyasada satılan hazır mayalardan ve glutenli kaliteli özel unlardan kullanıyorsanız işiniz çok kolay. Ancak, ben tam buğday unundan ve ekşi mayamdan vazgeçmem diyorsanız, makinenizin programlarının biraz dışına çıkmanız gerekecek.
     Öncelikle piyasa mayalarının mantar kaynaklı olduğunu, vücudumuzda ve bağırsaklarımızda mantar problemlerine yol açtığını unutmayalım. Tercihimiz, bakterilerin oluşturduğu ekşi mayalar olmalı. Hazır mayada ısrarcı olanlar, yaş maya tercih etmeli. (Ekşi mayalı ekmek tarifi verdiğim yayınımda, ekmeğin ve ekşi mayanın ayrıntılı tarifini bulabilirsiniz.)
    Ekmek makineleri için biçilmiş kaftan olan instant mayalar, zaman ayarlı olarak, sabah taze ekmek yetiştirmede kolaylık sağlıyor. Bu kadar hızlı (ön mayalama olmadan) mayalanan kuru bir mayaya mesafeli olsak da, sabah ekmeğinden vazgeçemeyenler için: daha kabarık ve özlü ekmek yapabilmek çok kolay. Yine de  pratik lazım. Biz öncelikle gün içinde makinemizi birkaç ayrı programla ve un çeşidiyle denemiş olmalıyız. Tariflerde verilmiş ölçüleri denerken kabarmamış, ufalanan, güzel bir kabuk oluşmamış ekmeklerle karşılaşabiliriz. Unumuzu tanıyalım, tazeliğinden emin olalım. Avcumuza alıp sıktığımızda topak olmamalı. Birinci kalite denilen, aslında hiç bir besleyiciliği kalmamış olan undan kullanıyorsanız, kepeği olmadığından dolayı  kabarık ve hafif bir ekmek yapmanız kolay olur. Işin içine kepek ve ekşi maya girdiğinde ise, mayalama süresi daha uzun olmak(ortam sıcaklığı belirleyici) ve serin olmak zorunda. Hazır mayalarda, hızlı kabarmadan dolayı mayalama süresi toplamda bir saati aşmamalı.
    Ekmeği ekşi maya ile yapmanın bir püf noktası daha. Öncelikle ekşi mayalı ekmek tarifimde yazdığım gibi;  ceviz büyüklüğünde ekşi mayayı toplamda bir çay bardağı miktarında olacak şekilde; eşit miktarda un ve suyla karıştırmak gerek. Ön maya göz göz kabardığında kullanmaya hazırdır. Sonuçta mükemmel kabaran hamurlar yaratır.  Unu, suyu, tuzu ve ön mayayı 15 dakikalık hızlı yoğurmada yoğurun. Kullandığınız su çok soğuk olursa sabaha kadar bekleyecek hamur yavaş mayalanır ve ekşimez.  Bir parça mayanızı ayırmayı unutmayın! Artık kumanda sizde. Zamanlamayı kurun. Makinenin normal yoğurma+dinlenme+pişirme programlarından uygun olanını seçin. 15 dakika yoğurduğunuz hamurun, sabaha karşı, ikinci yoğurması ve ardından dinlenerek pişirilmesi gerçekleşecek. Bıçakları içinde kaldığı için dikkatlice çıkarılmalı. Piştikten sonra bir saat sıcak tutma, ekmeğin nemlenmesine neden olduğundan, pişim sonrası beklemeden çıkarılmalı. Sadece sabah için değil, diğer zamanlar için de geçerli.
  15 dakikalık yoğurma programından sonra buzdolabına konacak hamur ertesi gün dolaptan çıkarılıp 1saatlik pişirme programına konulabilir. Makine elimizde. Yeter ki ekşi mayamız serin ortamda yoğrulsun ve beklesin. Çünkü makineler hazır mayaya göre sıcak yoğurma ve sıcak dinlenmeye ayarlı. Ekşi maya için ön ısıtma gereksiz, ara dinlenme kısa ve sıcak, bazı yoğurma programları ise fazla uzun süreli olduğu için döne döne yoğururken ısıtıyor! Herşey hazır mayalara göre düşünülmüş. Oysa kısa ve serin yoğurma, uzun ara mayalanma bize çok güzel ekşi mayalı ekmekler verir.
    Un tercihinde, kepekli undan da iyisi, tam buğday unudur. Bu unlarla yapılan hamurlar, ilk yoğurmadan sonra, bir saat dinlendirilip tekrar yoğrulursa,daha özlü bir hamur elde edilir. Gluten eklemesine gerek bırakmaz. Bu şekilde hamur iyi kabarır ve pişerken çökme yaşanmaz.Ikinci yoğurma programı olmadığından, hamur sade yoğurma proğramı ile yoğrulmalı, normal ekmek programları kullanılmamalı. Yoğurma programı içinde zaten olan, bir saat dinlenme ile program bitirilmeli.( Maya ayırmayı unutmayalım.) Ardından, 15 dakikalık kısa yoğurma programı kullanılarak ikinci yoğurma gerçekleşmeli. Yoğurma sonunda makinenin yoğurma bıçakları çekilerek, hamura şekil verilip bir saat daha,( iki kat kabarana kadar)makine içinde çalışmadan dinlendirilmeli. Bu sürenin sonunda bir saatlik sade pişirme programı uygulanmalı.  Kavruk ekmek isteyenlere on dakika daha tekrar pişirme... Neden bu kadar zahmet? Sebep şu: programlar hızlı çalışan, agresif tipte, mantar temelli mayalara ve glütenli unlara göre hazırlanmış.  Ayrıca, makine ekmeği tariflerinde, iki kaşık gluten eklerseniz daha iyi kabarmış ekmek elde edersiniz denir. Glutenin bağırsak problemlerine neden olduğu gerçeği aklımızdan çıkmasın. Gluteni az unlar,iyi yoğurmayla, özellikle tam buğday unları, gluten ekleme gerekmeden kıvamlı, mükemmel kabaran, düzenli gözenekli ve özlü ekmekler verir.
   Ekmek makinelerinin zamanlama ile kahvaltıya yetiştirdiği ekmek, tamamen ilk konulan malzemenin oranına göre sonuçlanır. Tam emin olma açısından, gün içinde zamanlama kullanarak, müdahale olmadan, birkaç ekmek denemesi, bize deneyim kazandırır. Ustalaştıkça, ilk baştan, sonuçta nasıl bir ekmek çıkacağını kestirebiliriz. Ekşi mayalı hamurdan, ilk yoğurmasından sonra içinden bir ceviz büyüklüğünde parça ayrılıp maya olarak saklamayı unutmayalım.
  Bu arada, değinmeden geçmeyelim. Hamura atılan tuz fazla ise, maya yavaş çalışır.
    Diğer bir konu da, makine veya normal fırın farketmez, hamurun iki kat kabarmasından sonra, keskin bir bıçak yardımı ile, boylu boyunca ve düzgünce, ezilme _ toplanma olmadan, bir santim derinliğinde kesik atmaktır. Bu şekilde ekmekte istenmeyen çatlaklar oluşmasını önleyerek, düzgün kabarmasını sağlamış oluruz. Makine kabı, bıçak kullanmaya izin vermeyecek derinlikte ise, iğne yardımı ile çizik atılabilir.
    Makinelerimizi; evlerimizde kendi ellerimizle, temiz, katkısız, sağlıklı ekmekler yapmak için aldık. Mis gibi ekmek kokularının mutfağımızdan taşması bizi mest ediyor. Ancak, hazır mayaların bir kusuru daha burada ortaya çıkıyor. Pişim sırasında, maya sporları o mis gibi koku ile havaya yayılarak akciğerlerimizi dolduruyor. Ilerde hastalık yapmak üzere, akciğerlerimizin nemli koridorlarına yerleşiyor. Ekşi mayalarda ise, böyle bir problem yok. Doğala dönmek için bir neden daha. Hazır maya kullanan veya hazır ekmek satın alanlar, ekmeklerini iki gün bayatlatıp, sofraya getirmeden dilimleyerek birkaç dakika sıcak fırında bekletirlerse, ekmekteki maya mantarının faaliyeti bitirilmiş ve zararı yok edilmiş olur. Taze yenilen hazır mayalı ekmekler sağlığımızı bozar.
    Bilinç, doğal olanı ve sağlığı yaşamımıza getirir.
        DOĞAL KALIN, SAĞLIKLI KALIN...

18 Temmuz 2015 Cumartesi

MANYETIK ALAN ve HÜCRE


Doğada; Dünyanın, pozitif ve negatif yüklü manyetik alanının; üzerindeki canlılara etkisinin zayıf olduğunu öğreniyoruz. Bilim çalışmalarında; insan vücudunun da, yeryüzü gibi 7.8 hertz' lik bir elektromanyetik alanda, biyoelektrik sistemle çalıştığı bilgisi temel oluşturuyor. Bu bakış açısıyla konuya yaklaşan uzmanlar; evde kullanılan elektriğin, 60 hertz' lik bir hıza sahip olmasını, hücrelerin çalışmasında uyumsuzluğa ve işlevsel bozukluğa neden olabileceğini ifade ediyor. Elektrik ve manyetik alanlardan söz edilirken, genellikle cansız unsurlar akla geliyor. Oysa bilim; hücrenin, içindeki elektrik olayları sayesinde canlılığını sürdürebildiğini ve aynı zamanda, hücreler arasında; örneğin, kalp hücrelerinin elektrik biçiminin, beyin hücrelerinden farklı olduğunu ifade ediyor. Aynı şekilde, elektrik alanının olduğu her yerde, manyetik alanın da olduğunu, bunun hücreler için de geçerliliğini koruduğunu öğreniyoruz. Bedenin, elektrik sinyallerini kullanma şekli şöyle örnekleniyor: göz ışığı algılar, zayıf elektrik sinyallerine çevirerek beyne yollar, beyin ise bu sinyallere karşı vereceği tepkiyi, kaslara veya bedene sinir yoluyla sinyal göndererek bildirir. Beyin elektrik sinyallerinin sıfırlanması tıbbî ölüm demektir. Bilim, hücrelerin manyetik alanını ölçerek, hücreler arası denge ve organlar hakkında bilgi sahibi oluyor. Soru şu: acaba bu manyetik alanın bozulmasının sağlık üzerine etkisi var mı? Her canlının manyetik alanının; çevresindeki kozmik ışınlar, x ışınları, ultraviyole, mikrodalga gibi elektromanyetik alanlarla sürekli iletişimde olduğunu öğreniyoruz.         Geldiğimiz bu modern zamanlarda, insan bedeni ayrı, bulunduğu çevresi ayrı nabızlarda atıyor. Doğa ile içiçe olmak, fazla elektrik yükünü atmak için topraklanmak, bizi çevremizin ağır ve yıkıcı enerjisinden uzaklaştırıyor, böylelikle yeryüzünün enerjisine uyumlu hale getiriyor.

24 Haziran 2015 Çarşamba

YAĞLANMA , HAREKET ve EGZERSIZ


Bilim insanları, bize "hareket edin!" derken; egzersiz sonrası, günün geri kalan kısmında da, hareketli olunmasının gerektiğini kastediyorlar. Yapılan egzersizle yetinmek ve sonrasında zamanı hareketsiz geçirmek, kalp damar sağlığı için yeterli değil, deniliyor. Hareketli olmanın ve egzersizin ayrı şeyler olduğunu ve ikisinin birlikte hayatımızın bir parçası olması gerektiğini öğreniyoruz. Kadın, erkek farketmez; insanlık yağ bağlıyor! Bilim insanları, düzenli egzersizlerin; yağ birikiminin önlenmesinde ve insülin direncinde iyileşme yarattığına dair araştırma sonuçları elde ediyor. Gelinen noktada, kan yağlarıyla savaşmanın önem arzettiği vurgulanıyor. Bilim insanları; hareketsizliğin, kan yağlarının ayrışmasını sağlayan bir enzimin ( lipoprotein lipaz), daha az üretilmesine sebep olduğunu, bunun da yağın kanda birikerek, kalp damar problemlerine yol açabileceğini ifade ediyorlar. Zaman zaman kalkıp, basitçe dolaşmanın bile, kan şekeri seviyesinde düzelme yaptığı, araştırmalarda görülen bir gerçek. Gönüllüler üzerinde yapılan araştırmalarda, çarpıcı sonuçlar elde edilmiş. 4 ay egzersizden uzak ve aynı zamanda hareketsiz olan  gönüllerin, öğünler arası kan şekerleri oranında, %90 lara varan artışlarla karşılaşılmış. Bu arada, insülin tepkilerinin de, yavaşladığı görülmüş.
     Yağ bağlayan insanlığın imdadına, bilim yetişiyor. Araştırmalar, düzenli egzersizlerin, yağ birikimi ve obezite ile savaşabileceğini ispatladı. Karın bölgesi yağlar, sağlık problemlerimiz olduğuna işarettir. Karın bölgesi yağlanmayı araştıran bir deneyde; aşırı kilolu 100 kadının, egzersiz ve metabolizma sonuçları, yol gösterici olmuştur. Gün içinde, az da olsa hareketli olan gönüllerin yaptığı egzersiz, karın çevresi yağlanmalarının artmasına engel olmuş. Tekrar kilo alma problemi görülmeyecek biçimde; besinlerin, metabolizmada işlenme, saklanma, kullanma şekillerini, çarpıcı biçimde değiştirmiştir. Avusturalya'da, kiloluların egzersiz yaptığı bir başka araştırmada; gönüllerin, nefes kapasitelerinin arttığı, tansiyonlarının düştüğü, ruh hallerinin genelde daha olumlu seyrettiği, daha zinde ve kan şekerlerinin daha dengede olduğu belirlenmiş.
     Ancak, kilolu gruplar araştırılırken, dikkat çeken konu, egzersiz sonrası iştahlarının açılması ve günün geri kalanında hareketsiz kalıyor olmaları. Bunun sebebi, bedenin kendini alıştığı kiloda tutma çabasıdır. Beden, iştahlı olma ve hareketsiz kalma gibi teknikler geliştirir! Bu olay, bedenin kendini dengeleme talebinden başka birşey değildir. Vücut, kaybolan kaloriyi yerine koymayı başarır, çünkü her durumda hayatta kalmalıdır. Bilim insanları, bu durumda yapılacak yegane şeyin, bedeni şaşırtmak olduğunu ifade ediyorlar. Öncelikle, kalorili atıştırma ve ödülleri bir kenara bırakmamız gerekiyor. Sonra da yaptığımız antremanları çeşitlendirmek; yürüyorsak, birkaç dakika dayanabildiğimiz kadar hızlı, sonra normal tempo, sonra yine hızlı... Veya koşuyorsak, kendimizi zorlamadan, kısa deparlar ve aralarda normal tempo koşu... Vücudu şaşırtmanın bir yolu da, bir gün yoga, bir gün koşu veya pilates ya da ağırlık egzersizi... Aşırıya kaçmamak ve gün içinde, basit ev işleri vs, hareketli olma şartı ile, haftada bir gün tatilin, şaşırtmada çok etkili olduğu belirtiliyor. Tatilin ertesi günü, kondisyonun ve kas gücünün daha da artmış olduğu ifade ediliyor.
    Konu, bedene uygun egzersiz seçimine geldiğinde, geniş bir yelpaze ile karşılaşıyoruz. Öncelikle, uzmanlar; egzersiz sırasında kendini dinlemenin, yani zorlanılan yerde durmayı bilmenin ve egzersiz sonrası, yeterince dinlenmenin önemini vurguluyorlar. Sağlık ve zindelik isteyenler, dayanıklılık egzersizleri yaparken; kaslanmak isteyenler ise, ağırlık çalışmalarına yönlendiriliyor. Tek bölge kaslarının çalıştırılması yerine, vücudun bir bütün olarak düşünülmesi, kondisyonu arttırıcı, metabolizmayı hızlandırıcı ve kilo vermede baş vurulması gereken yöntem olarak öneriliyor. Bilim insanları; hareketsizliğin, anormal bir durum olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Doğal yaşamı tercih edenler bilmelidir ki, insanlık, tarihte hiç bir dönemde bu kadar oturmadı! Hayatınızın en önemli kararını almak için, bir adım atın!
        HOŞÇAKALIN

6 Haziran 2015 Cumartesi

BIYOLOJIK GENÇLIK ve EGZERSIZ


Bilim yaşlanmayı inceliyor. Gelinen sonuçta; egzersizin, kemik yoğunluğunda artış, yaşlanmanın önüne geçmek, alzheimer ve parkinson gibi hastalıklarda iyileşme, beyin faaliyetlerinin artması, yeni beyin hücrelerinin oluşması gibi faydalarını sıralıyorlar.
       Egzersizin; gençleştirici özellikleri olduğunu ve hücre enerji santralleri olan mitokondriler üzerinde, hızlandırıcı etkiler yaptığını ifade ediyorlar. Ayrıca, kemik iliği kök hücresinin; yağ hücresine dönüşme eğilimi gösterdiği, ancak egzersiz sayesinde, kemik hücresine dönüşerek, kemik yoğunluğu artışı sağladığı, önemli bir bilgi olarak geçiyor. Egzersizin gençleştirici etkisi bununla bitmiyor. DNA nın, her iki ucunda bulunan ve kısalmaları ile, DNA nın ömrünü belirleyen telomerler, yaptığımız egzersizlerden dolayı, bizi ödüllendiriyor. Nasıl mı? Ileri yaştaki atletlerin, akyuvar hücreleri incelendiğinde; 20'li yaşlardaki koşucuların telomerlerinden, sadece %10 oranında kısa olduğu görülmüş. Hareketsiz olanlarda ise; ileri yaştakilerin telomerleri, genç olanlara göre, %40 daha kısa olması, egzersiz için bir sebep daha veriyor. Bilim insanları, telomer uzunluğunun, hücre yaşı ölçümünde, sağlam bir başvuru noktası olduğunu söylüyorlar. Biri kondisyonlu, diğeri hareketsiz olmak üzere; ikizler üzerinde yapılan bir araştırmada; yıllar geçtikçe, egzersiz yapanların telomerlerinin, hareketsiz olan ikize göre, daha uzun olduğu bulunmuş. Ilerleyen yaşlarda, "neden daha yavaş oluyoruz?" sorusu da cevap buluyor bu arada: 40' lı yaşlardan sonra; zindeliğimiz, her 10 yılda bir,  %10 oranında azalıyor. Kanada Aktivite ve Yaşlanma Merkezi, 65 yaş üzeri koşuculardan aldığı kas hücrelerini incelediğinde; bunların, 25 yaş ve hareketli bir birey kadar sağlıklı olduğunu görüyor. 40'lı yaşlardan sonra; hücrelerimizin enerji sağlayıcısı olan mitokondriler, zamanla yaşlanarak, kendilerini onarma özelliklerini kaybeder. Enerji sağlayamayan kaslar küçülür, beyin hacmi azalır, saçlar beyazlaşır ve dökülür... Sarkopeni denilen kas kütlesi kaybını, egzersiz tersine çevirir. Kaslardaki mitokondriler, etkinliklerini arttırır. Ileri yaş problemi olan, kırılgan kemiklerin önüne geçilir. Araştırmalar bu kadarla kalmıyor. Beyin üzerine araştırma yapan Prof. Dr. Mark Tarnopolsky; uzun süredir koşu yapan ve artık ileri yaş grubuna girmiş kişileri inceleyerek, alzheimer ve parkinson gibi nörolojik hastalıklara yakalanma olasılığının, daha düşük olduğunu belirlemiş. Egzersizin, aynı şekilde, beyin faaliyetlerini arttırdığını ve IQ seviyesini yükselttiğini işaret etmiş. Araştırmada, yürüyüş programına başlayan ileri yaşlıların; 6 ay sonra, beyinlerinin bazı bölümlerinde, önemli miktarda büyüme kaydedildiği, yeni kılcal damarlar, nöronlar, hücreler oluştuğu ve hafıza testlerinde başarılarının arttığı görüldü. Egzersiz sayesinde; beyne giden kan artmış, taze nöronlar üretilmiş. 70_80 yaş arası bunamanın, 10 yıl kadar ileri atılabileceği, 90' lı yıllarına yaklaşan kişilerde bile; yeni sinir sistemi ve beyin hücreleri oluşumu olduğu ifade ediliyor.
   Çocukların cephesinden de elde edilen sonuçlar var. Aktif çocuklarda görülmeyen bir DNA hasarının, hareketsiz çocuklarda olduğu görülmüş. Egzersizin beyin faaliyetlerine yaptığı olumlu etkilerin, çocuklar için de geçerli olması, yaşın bir fark yaratmadığını, egzersizin bütün bireyler için aynı derecede önemli olduğunu kanıtlıyor. Bütün bu araştırmalar, sonuçta bize hareketsizliğin anormal bir durum olduğunu gösteriyor.
       HAREKETLI KALIN, SAĞLIKLI KALIN!

29 Mayıs 2015 Cuma

VAR OLMAYAN HASTALIK: KRONIK YORGUNLUK


Kronik yorgunluk, astım, beyin problemleri, parkinson, kısırlık, kanser... Hepsi toksik kimyasallarla ilişkilendiriliyor. Bedende birikip, lenf sistemine aşırı yük olan ve atılamayan toksik maddeler, günümüzün ciddi problemi olan, kronik yorgunluğa sebep oluyor. Hiç bir belirti vermeyen ve "var olmayan hastalık" sayılan kronik yorgunluk, tam bir arınma istiyor! Normalde, yaratılış itibariyle en az 100 yıl sağlıklı yaşaması gereken bu beden, acaba nelere maruz kalıyor? Evimizdeki kokulu ürünlerde, 884 zararlı kimyasal olması gözlerden kaçıyor. Petrol ürünlerindeki 225 toksik maddeyi, aldığımız nefesle, egzoz dumanının çok zararlı ince kurum parçacıklarını da katarak,  akciğerlerimize taşıyoruz. Bulunuşunun ilk yıllarında; "kimya yoluyla daha iyi yaşam" sloganıyla tarım ilaçlarının pazarlandığı, bir zamanlar müşterisinin ayak numarasını, röntgen cihazıyla alan ayakkabıcıların bulunduğu, son yıllarda yabani hayvanlarda, balıklarda, sokak hayvanlarında kansere rastlandığı, artık anne sütünde bile toksik maddelerin bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz.  Herşey, besin zincirinin son canlısı olan insana gelip çattı. Tek tek değerlendirilip zararı az bulunan birçok kimyasal, karışım olduğunda sonu tahmin edilemez hal alıyor. Ancak, araştırmalar kimyasal tek başına baz alınarak yapılıyor. Daha vahimi, araştırmalar üretici şirketler tarafından yapılıyor. ABD' de 1976 öncesi 60 bin kimyasalın, güvenirlik incelemesi yapılmadan, kullanıma girdiğini öğreniyoruz. Amerika ve Kanada' da mesleki sebeplerle, maruz kalmadan dolayı, her yıl 60 bin kişinin kanserden ölmesi çok acı, göz yaşıyla yıkanmış bir istatistik.
    Güvenli kimyasallar için yapılan Louisville sözleşmesinde kayıtlı, 26 MILYON KIMYASALIN, SADECE 500 TANESININ risk, zarar seviyesi, kullanım sınırı tespit edilerek, yaptırım uygulanıyor. Geri kalan milyonlarca kimyasalın, sınırı belirlenmemiş.
 Toksik maddeye maruz kalma ve risk hesaplanmasında yanlış yapılan noktanın; 70 kilo, erişkin ve erkek baz alınması olduğu belirtiliyor. Burada dikkat çekilen konu, bebek ve çocukların kilolarına göre, bir erişkin için belirlenen sınır dozun, küçükler için çok aşırı olduğudur. Risk belirlemesinde; kilo ile maruz kalma hesaplamaları, çocuklar baz alınarak yapılmalıdır. Bu açıdan bakarsak; kullandığımız antibakteriyel ürünler; içeriğinde bulunan tarım ilaçları yüzünden; bebek ve çocuk temizliğinde ve çevresinde asla kullanılmamalıdır. Hem küçük bedenlerde toksik birikim yapar, hem de antibiyotiğe dirençli bakterilerin gelişmesine sebep olur. Ev temizliğinde sirke, karbonat vs önerileri bundan dolayıdır.
     Hamilelik öncesinden, toksik maddelere karşı bilinçli olunması gereklidir. 2004 yılında yapılan bir araştırma bunu destekliyor. Araştırma sonucunda; yeni doğan bebeğin göbek kordon kanında, 230 çeşit zararlı kimyasal olduğu ortaya çıktı. Böyle bir mirasla doğan bebeklerin bağışıklık sistemine ne olur? Bunun cevabı bir başka araştırmada: Tarım ilaçlarının hormon bozucu etkisi olduğu, hormonları taklit ederek hastalık yarattığı ve dioksinlere maruz kalıp etkilenme sonrasında, bedendeki bu etkinin 20 YIL SONRA BILE sürerek, bağışıklık sisteminde problemlere yol açtığı bulunmuş. (Bağışıklığı çökerten diğer unsurların; ağır metaller, hava kirletici olan ozon vs, sigara, yapay tatlandırılmış gıdalar, yanmış_yarı yanmış et ve gıdalar olduğu belirtiliyor.)
      Yazıyı, bir araştırmayla sonlandırmak istiyorum.2001 de Seattle' da; evlerinde böcek ilacı kullanmayan ve genelde organik beslenen ailelerin, 96 çocuğundan, (birinde, sınırın altında olmak üzere), hepsinin kanlarında, böcek ilacı kalıntısı bulundu. Tozun, böcek ilacı yayılmasında, büyük rolü olduğu ortaya çıktı. Araştırmadan; yöre halkının 1/3 ünün, toksik madde hassasiyeti olduğuda belirlendi. Sağlığınız için geç kalmış sayılmazsınız. Bir adım atın!
       SAĞLIKLI KALIN, HOŞÇAKALIN.

14 Mayıs 2015 Perşembe

DDT ve EKOLOJIK FELAKET


Yıl: 1950. Yer: Borneo Adası. Olay: Sıtma salgını. Sıtma hastalığı ve başlıca yayıcısı sivrisinek; ada halkının büyük problemi olmuştur. Sivrisinekler yok edilerek, sıtma salgını önlenmelidir. Dünya Sağlık Örgütü duruma el koyar. Çözümü DDT de aranmaktadır. Sonuç etkiliydi. Sivrisinekler yok olmuş, sıtma salgını büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır. Ancak kullanılan DDT nin zararı ve bunun domino etkisi ileride görülecektir.
      Burada bir parantez açıp, DDT nin konusunu baştan ele alalım. Ilk olarak organik yöntemle 1874 te üretilip böcek zehiri olarak kullanıldı. 20. yy başlarında, savaştan kırılan bir dünya ve sıtma, tifüs, sarıhumma dan ölen on milyonlarca insan... Yıl 1939. Bu sefer sentetik yolla üretilen DDT nin, çok etkili bir böcek öldürücü olmasına bir mucize gözüyle bakıldı. DDT ve birçok böcek ilacı; kimyasal silah endüstrisinin yan ürünüdür. 2. Dünya Savaşı bitiminde, bu kimya şirketleri askeri kimyasal silah üretiminden, ilaç ve tarım ilacı sektöründe faaliyete geçmişlerdir.
      Insanlar bu mucize ilaçları çok sevdi. Şehirler, köyler, bütün ekili alanlar, çimenler, parklar, kısacası her yer DDT ve benzerleriyle adeta yıkandı! Eğer fotoğrafa dikkat ettiyseniz, ilaçlama yapan çiftçilerin; tarlayı veya yabani otları farketmez, neredeyse yıkar gibi aşırı ilaçladığını görürsünüz. Her birinin arasında ancak birer adım var ve sırtlarındaki aletler o günlerden bu yana hala kullanılıyor. Ayrıca hiç bir koruma ( maske vs) kullanmıyorlar. Bu bilinçsiz tavrın günümüzde de devam ediyor olması çok acı. Tarım çalışanları arasındaki kanser oranı,  nüfusun geneline oranla çok daha yüksek. Fotoğraf da kanıtı! Korumasız, aşırı ve özensiz, sonuç: KANSER.
      Kaldığımız yerden devam edersek: DDT nin en trajik biçimde, domino etkisini gösterdiği yer Borneo Adası olmuştur. Ağırlaşan sıtma salgınına karşı, DDT ile kurutulan sivrisineklere kadar durum iyiydi. Ada halkı saz damlı evlerde yaşıyordu. Bu sazları kemiren tırtıllar, yaban arıları tarafından yeniyor, bu şekilde evler sağlam kalıyordu. Doğa bir denge tutturmuş giderken, DDT yaban arılarını ve birçok böcek türünü zehirledi. Bu böceklerle beslenen kertenkeleler ve kertenkeleleri yiyen kediler... Hepsi DDT den nasibini aldı. Kedilerin azalması farelere yaradı. Bu defa ada halkı, farelerle mücadele etmek zorunda kaldı. Başlangıçta DDT atan Dünya Sağlık Örgütü, şimdi de paraşütle adaya 14 bin canlı kedi indiriyordu!
      1970 lerde DDT ve benzeri birkaç tarım ilacı yasaklandı. Birçoğunun kullanımına sınır getirildi. Dünya çapında, vahşi yaşamda oluşan yıkım ve bunun insan yaşamına, sağlığına etkisi gün geçtikçe daha iyi görülüyordu. Ancak çok geç kalınmıştı. 20. yy ortalarından bu yana, doğan bütün bebekler anne karnında kimyasallarla tanışarak doğuyordu. Bilim dünyası, ekolojik sistemin %60 ının zayıflayarak çöktüğünü ifade ediyordu. Doğa artık ilaca dirençli genler geliştiren böceklerle doluydu. DDT gibi birçok tarımsal ilaç kalıntılarının, kuzey kutbuna kadar bile, bir şekilde ulaşmış olduğunu ve artık kaçacak yerimizin kalmadığını anladık. Yasaklanmasının üzerinden geçen bunca yıldan sonra, bu güne kadar  birçok Amerikan çiftlik evinde yapılan tahlillerde, ev döşemelerinde DDT kalıntılarına rastlanıyordu. Anne sütünde bile hala rastlanan DDT nin, bedene bir kez alındığında, bağışıklık üzerinde 20 yıldan uzun süre etkili olduğu tespit edildi. Tarım kimyasalları; kanser, genetik bozukluk, doğum anomali, hormon problemleri ve daha birçok hastalığa sebep oluyor. Gidecek başka gezegenimiz yok. Doğala dönmek zorundayız.
      Doğa, dengesini her zaman, sıfır atık olacak şekilde kurar. Doğadaki döngüyü örnek alarak, yeşil kimya yöntemleri uygulamaya konuyor. Amaç, ihtiyacımız olan maddeleri daha az atıkla, daha doğal, çevre dostu olarak üretip kullanmaktır. Üretimde; insan bedeninin temel maddeleri olan, karbon, oksijen, hidrojen, nitrojen, demir kullanılarak, alternatif yollar bulundu. Bütün bu gelişmeler, gelecek nesiller için bir umut ışığı olarak görünüyor.
       DOĞAL KALIN, SAĞLIKLI KALIN.

5 Mayıs 2015 Salı

AĞRI ve HASTALIĞI ANLAMAK IÇIN VÜCUT DILI


Vücudumuz, bize ağrı verirken neyi ifade etmeye çalışıyor? Bedenimizin sinyallerini dinliyor muyuz? Ağrı, gerginlik, rahatsızlık, ateş gibi belirtileri birer mesaj olarak algılamalıyız. Ağrı kesiciler bizi iyileştirmek yerine, bu mesajları algılamamızı engeller. Doğru, günlük yaşantımız daha az gergin, ağrısız ve yaşanır hale gelir. Ancak bu rahatlık yanlış yapmamıza neden olabilir. Örneğin bel ağrısı çeken biri, ağrı kesiciler sayesinde kendini iyileşmiş sanıp, ağır günlük işlerine devam eder. Aynı, diş çekimi sonrası ağrı olmadığı için yanağımızı ısırdığımız gibi, farketmeden kendimizi daha da hastalanmış bulabiliriz. Ağrı kesiciler, bize ağrısız dinlenme konforu sunar, o kadar. Sorunun çözümü için, tabii ki doktorumuz birinci planda. Sıkıntı durumunda gideceğimiz yegâne kişi o. Ancak rahatsızlıklarımızın duygu kökeni için bizim bir adım daha atarak beden dilini öğrenmemiz gerekiyor. Öfke, stres gibi duyguların; kalbin daha hızlı atmasına, tansiyonun yükselmesine, mide ve hazım problemlerine yol açtığını biliyoruz. Ağrı, sıkıntı, alerji, çarpıntı gibi durumlar, vücudumuzun bize sinyalleridir. Hayatımızda ters giden olaylar, ne kadar kendimizi korusak ta, az çok duygusal yaşamımızı dalgalandırır. Etten kemikten bir beden yanında, duygudan oluşan bir bedenimiz de var. Psikolojik durumumuz, doğrudan bedenin çalışma düzenini etkiler. Organlar görevlerine göre, duygusal bedenin durumunu yansıtacak şekilde, belirli tepkiler verir. Örneğin aşırı korkmuş bir çocuk, idrar tutma problemleri yaşamaya başlayabilir.
     Doğu tıbbı bu konuda çok ayrıntılı bilgiler ve alternatif yöntemler belirlemiş. Rahatsız organla ilgili akupunktur noktaları uyarılarak, problem yaşanan organlar ve dolayısıyla beden dengesi sağlanmış. Organların görevleri ve bedenin hangi duyguya hangi tepkileri verdiği ayrıntılarıyla belirlenmiş. 5000 yıllık bir bilgelik hayatımıza akmayı bekliyor. Akupunktur mutlaka bir uzman tarafından uygulanmalı. Ancak belli bazı akupunktur noktalarına basitçe parmak uçlarımızla masaj yapmamız ilgili organın kanlanmasını, enerjisinin artmasını, lenf sisteminin çalışmasını ve dolayısıyla birikmiş toksinin atılabilmesini sağlar. Vücut bu denge sayesinde, dolayısıyla sağlığına kavuşur.
    Sağlık; bir denge durumundan başka bir şey değildir. Sağlık arayışlarımızda bedenimizi dinlemeli, her türlü aşırılıktan uzak durmalıyız. Yoksa olan dengemizi de kaybedebiliriz. Önemli olan; tıbbın imkanlarını DOĞAL YAŞAM ile birleştirmek. Yaşam enerjisi tıkanıklıkları böylece aşılabilir. Sağlık dolayısıyla gelir.
      Yaşam enerjisi; bedenimizde akan, ana bir nehir ve bütün hücrelere kadar dağılan ırmaklara benzer. Akupunktur merdyenleri ise bu nehir ve ırmaklar boyunca sıralanıyor. Bu meridyenlerin baş, el ve ayakta olan merkezi noktalarına, basitçe parmak ucumuzla basınç yaparak canlanma sağlayabiliriz. Oturduğumuz yerde, kendi kendimize, ekstra çaba gerektirmeden yapabiliriz. Akupunktur noktalarına bir kaç örnek:
     _KALP: El serçe parmağı ucu, iç tarafı.
     _MIDE: Ayak serçe parmağı ucu.
     _BÖBREK: Ayak baş parmağı altı.
     _DALAK ve PANKREAS: Ayak baş parmağı ucu, iç tarafı.
     _KARACIĞER: Ayak baş parmağı ucu, dış tarafı.
     _SAFRA KESESI: Ayak yüzük parmağı ucu, dış tarafı.
     _INCE BAĞIRSAK: El serçe parmağı ucu.
     _KALIN BAĞIRSAK: El işaret parmağı ucu.
     _AKCIĞER: El baş parmağı ucu.
     Vücut dili, ilgili organın görevleriyle ve işleyiş biçimiyle ilişkili olarak yorumlanmış. Bilinç altımıza yerleşmiş, belki de hiç farkında olmadığımız sorunlar, duygular, kırgınlıklar, öfke ve korkular günlük hayata çok farklı yansıyabilir. Aynı şekilde, hayatta karşılaştığımız sorunları anlamaya ve üstesinden gelmeye çalışırken, bilinçaltımız tepki verebilir. Bu türlü bir çok olayı kabullenememiş olabiliriz. Bilge bedenimiz bize mesajlar yollar. Dinlemede kalırsak hissedebilir, yorumlayabiliriz. Bir kaç örnek:
      Iskelet ve kemikler, temel yapıyı oluşturur, sorun durumunda inanç sistemimizi ve temel hayat bakış açımızı gözden geçirmeliyiz.
      Eklemler; esneklik, uyum ister. Çevremizdeki olayların bizim konumumuzu zorlaması, duruma göre hareket belirleme zorluğunun eklem problemleri yaptığı belirtiliyor.
Sindirim problemlerinin; ayrıntıcı, başarısızlıktan korkan, kaygılı, haksızlığa uğramış, sevgi azlığı çeken insanlarda daha çok görüdüğü söyleniyor. Tatlı ihtiyacının sevgi eksikliğiyle açıklandığını bilelim.
Sarılmamış yaralar, üzüntü, affedememek, kızgınlık, korku gibi hisler içindeyken nefesimizi tutarız. Solunum, bağışıklığa son derece ihtiyaç duyan bir sistemdir. Sorun durumunda sorulacak ilk soru; "ben neye üzüldüm?" olmalıdır.
Her konu ve düzeyde; bırakamamak, değişim korkusu, harekete geçememek, şiddete karşı savunma ihtiyacı; boşaltım sistemini en çok zorlayan duygulardır.
 Kalp ve ona bağlı olan damar sistemi, vücut için hayati önem taşır. Duygular, yaşam tarzı, ifade biçimleri, kalbin çalışması üzerinde direk etkilidir. Hayatı fazla ciddiye almak, duyguları içe atmak, yaşam sevincinde azalma,aşırı çalışma, az dinlenme; kalp problemlerine yol açabilir.
Kendini ve çevresini olduğu gibi kabul edememek, kendisiyle savaş halinde olmak bağışıklık sistemi için problem demektir.
Hayatımızda sevgi eksikliği durumu ve bereketi yaşamımıza bir şekilde daha çok alma ihtiyacı; doyma hissi olmamasına ve oburluğa yol açar.
Duygu ile beden; mantık süzgecinden geçtiğinde, insan az çok bir sonuca ulaşabilir. Yeter ki amaç doğal ve dengeli bir yaşam içinde; "ben ne hissediyorum?", "bu olayı niye problem ediyorum?", "en doğru kararı alarak, beden sağlığımı nasıl dengeleyebilirim?" "kendime ve sevdiklerime hayatımda nasıl yer açabilirim?" gibi bilgece sorular sormalıyız. Soru sordukça, cevabı bir şekilde aldığımızı görürüz.
Doğal yaşamda, ruh ve beden tam denge içinde çalışabilir. Doğala ulaşmak için atılan en zor adım, ilk adımdır. Sonrası çorap söküğü gibi gelir.
   DOĞAL KALIN, SAĞLIKLI KALIN, HOŞÇAKALIN.

17 Nisan 2015 Cuma

NEFES, AĞRI,ASTIM ve DAHASI

Yavaş, derin, dingin, hacimli, diyafram kasımızı çalıştırarak, hiç zorlama olmadan, doğal bir biçimde, elimizden geldiğince dik oturarak, burnumuzdan alıp verdiğimiz nefes doğal ve doğru nefestir. Aslında bedenimizin, doğumundan itibaren yaptığı bu doğal nefesi, yine doğal olan, savunma mekanizmamız ( savaş veya kaç) bozar. Genlerimize yerleşmiş ve çokta gerekli olan; yaşam savaşında yeri gelince hayat kurtarıcı rol oynayan, herhangi bir durumla savaşmak veya kaçmak bedeni tetikte tutar. Zamanında vahşi doğaya karşı verdığimiz bu mücadele şimdi trafik, iş hayatı, sınav gibi konulara döndü. Tabii ki önemli konular. Ancak beden tarafından, üzerine doğru gelen bir aslan kadar hayati olarak algılanıp, benzer tepkiler ( savaş veya kaç!) gösteriliyor. Ani veya kısa süreli tepki hayatidir, örneğin trafikte. Ancak bu faydalı olan stres durumunu, maalesef uzun sürdürüyoruz. Savaş veya kaç anlarında verdiğimiz ani tepkiler, adrenalin yükselmesi, sık nefes veya nefes tutma olayını sürekli hale getiriyoruz. Basit dahi olsa, her duruma aynı tepkiyi veriyoruz. Gün içinde dikkat ederseniz, ne kadar çok nefes tuttuğunuzun farkına varacaksınız.
  Bedenimiz oksijen kullanımında, önceliği beyin ve sinirlere verir. Kaslarımız bir hayat tarzı haline dönmüş olan, eksik nefeslere uzunca bir süre dayanabilir. Ancak beyin, alınan oksijenin %20 sini kullanarak ihtiyaçta ne kadar önde olduğunu gösterir. Bu arada sinirler yeterli oksijen almazsa beslenemez. Örneğin siyatik siniri; belden ayak parmaklarına vücudu boydan boya kateder. Görüldüğü gibi bu kadar geniş bir alana hakim bir sinir ağında,  yetersiz oksijen gerginlik yaratırsa, yansıması da büyük olur. Basit bir eşya kaldırırken veya ters bir harekette, şimşek çaktı gibi tabirlerle anlatılan durum, uzmanlar tarafından nefesle de ilişkilendiriliyor. Ağrının nefesle ilişkisinin yapıldığı araştırmalarda; derin nefeslerin, sinirlerde rahatlama sağladığı, ağrılarda azalma görüldüğü, daha önce bel problemi yaşayanların gündelik yaşamda nefes sayesinde ağrı kesicilere daha az baş vurdukları gözlenmiş. Sadece siyatik sinirinde değil, baş ağrısında da nefes egzersizi ağrıyı azaltmada etkili. Nefes, kalbin daha düzenli atması, beyin faaliyetinde rahatlama, kaslarda ağrı azalması ve esneklik gibi birçok faydayı beraberinde getiriyor. Maalesef yaşadığımız sebepsiz yorgunluk ve kas problemlerini normal karşılarız. Oysa oksijensiz kalmış bedenin verdiği öncü sinyaller olabileceğini düşünmeliyiz. Normalde akciğer kapasitesinin %25 kadarını kullanıyoruz. Bilinçli nefes egzersizleriyle bu oran %65 civarlarına çıkabiliyor. Bu oranlar durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Bu kadar zayıf nefeslerle başarılı ve sağlıklı nesiller nasıl yetişir? Sporsuz, bahçesiz, gezmeyi AVM sanan, televizyon başı insanlar olmuşuz.
     Diyafram; göğüs ve karın boşluklarını birbirinden ayıran kastır. Aldığımız derin diyafram nefesleri, diyafram kasını aşağıya doğru iterek akciğerlerimizin kapasitesini arttırır. Nefes sırasında diyafram kası iç organlara masaj yapar, yavaş kan akışını hızlandırarak dengeler. Burundan alınan nefes, burun kılları ve mukozası sayesinde temiz, nemli ve ılınmış halde alındığı için daha sağlıklıdır, ağızdan alınan yanlış nefesler gibi boğazı kurutmaz. Ayrıca burun nefesinde, alınan hava  miktarı daha fazladır ve diyafram kası, kendiliğinden doğal ve sorunsuz kullanılır. Yavaş nefes ve nefesler arasındaki en az 4 saniyelik beklemeler oksijenin kana karışabilmasi için geçmesi gereken mecburi süredir. Az alındıktan sonra, beklemeden verilen nefes, az oksijenden dolayı kanı asitlendirir. Asitlenen kanda; oksijen taşıyan hemoglobinler, oksijeni ihtiyacı olan hücrelere bırakamaz, çünkü ancak kanın alkali olma durumunda oksijen- hemoglobin bağı gevşer, oksijen serbest kalır ve rahatça hücrelere girer. Bu hayati bir durumdur. YANLIŞ NEFES; ASITLI YIYECEKLER KADAR, RAHATÇA KANI ASITLENDIREBILIR. Panik atak durumu araştırılmış ve yanlış nefesin kısırdöngü yarattığı, panik atakları taklit ederek işin içinden çıkılmaz bir hale getirdiği anlaşılmış. Eğitimli doğru nefeslerle panik atak sıklıkları azaltılabilmiş, daha hafif atlatılabilir olmuştur.
      Az miktarda alınıp, tamamıyla boşaltılamayan nefes durumunda, akciğerlerde hep kirli hava kalır. Astımlılarda yapılan araştırmalarda, genelde bu şekilde nefes aldıkları belirlenmiş. Doğru nefes egzersizleriyle, astım krizleri sıklığının azaldığı, nefes kalitesi ve hacminde artış olduğu görülmüş. Nefesi tam boşaltamamak konusunda ise; yaşamda bir şeyleri bırakamamak, sıkı sıkıya bağlanmak gibi psikolojik bir çok sonuçlara varılmış ve nefesle çözümler bulunmuş. Aldığımız nefes tipi; duygusal yaşamımızı, stres durumumuzu ve hayata bakış açımızı ele verir ve doğru nefes fiziksel, zihinsel ve ruhsal yönden denge getirir.
      Oksijen beden için, hücrelerde yağ yakımı sağlayarak enerji ihtiyacını karşılar. Derin nefes; alınan oksijeni arttırarak, yağ yakımını hızlandırır. Vücut daha enerjik olur, metabolizma hızlanır. Oksijen, metabolizma için hücrelerdeki yaşam kaynağıdır ve azlığı durumu, geri dönülemez sonuçlara yol açar.
  Oksijensiz ortamda hücrelerimiz ya ölecektir ya da baş kaldırarak, tabiatına aykırı olarak şekerle beslenip oksijensiz soluma yaparak, KANSER HÜCRESI olarak yaşam savaşına devam edecektir. Yani kanser hücresi yabancı değil, öz hücremizdir. Sadece bu bilgi bile nefesin kıymetini ortaya koyar.
 Ancak hangi nefesin? Havalandırılmamış evlerdeki veya ortak havalandırma kullanılan AVM  sinema, plaza gibi yerlerdeki, kışın kömür dumanına boğulmuş şehrimizdeki, egzoz gazı kokusu içinde yaptığımız sabah yürüyüşlerindeki derin nefeslerden bize ne hayır gelir? Büyük kentlerde temiz hava bulmak zor. Trafiğin tenha olduğu, sobaların daha yanmadığı sabahın erken saatlerini denk getirelim. Ayrıca aldığımız nefesin kaliteli ve temiz olması için evlerimizde küf olmamasına dikkat edelim. Çünkü küf sporları, evimizin havasına yayılır ve aldığımız nefesle ciğerlerimize yerleşip ciddi problemler yapar, dikkat edelim. Derin nefesler akciğerlerimizi temiz tutar ve mikrop yerleşmesini önler. Akciğerlerimizi bir süngere benzetebiliriz. Zayıf nefesler akciğeri fazla nemli tutar, aldığı nefes hacmi azalır ve mikrop üremesine zemin hazırlanmış olur. Evdeki toz da küf gibi nefes sağlığımız için, en az düzeye indirilmelidir.
     Nefes teknikleri çok çeşitlidir ve okuyarak değil görerek daha kolay anlaşılır. Birçok uzmanın yer aldığı, güzel ve eğitici biçimde hazırlanmış olan, nefes egzersizi görsellerinin izlenmesi bence daha kesin ve doğru sonuç verir. Bu sebepten dolayı nefes yöntemini yazmak istemiyorum. Yanlış uygulanan nefes boğazda, nefes yolunda zorlanma yapabilir, eksik ve tazelenmeyen bir nefes haline gelip sağlığı bozabilir. Ayrıca beli sıkan bir kıyafet, diyafram kasının hareketine müsaade etmeyen yanlış oturuş, fazla dolu mide, stres gibi durumlar nefes bozucudur. Özellikle bir kaç değişik uzmandan değişik nefes egzersizleri izleyin, tam anladığınızdan emin olun, öyle nefes egzersizlerine başlayın.
  Dinlenme ve spor nefesleri farklıdır. Spor nefesi hareketle senkronize olarak burundan alınır, ağızdan verilir. Normal tempo yürüyüşlerinde dinlenme nefesi gibi burundan alınıp verilir, ancak nefes verdikten sonra beklemeden alınır. Nefesin doğal bir şey olduğunu, zorlanmamamız gerektiğini unutmayalım. Burun tıkanıklığı olanlar nefes egzersizlerini buharla nemlendirilmiş ortamda yapmalılar. (Buhar suyuna adaçayı, papatya, hatmi çiçeği gibi faydalı bitkiler eklenebilir). Çünkü ağız nefesleri boğaz kuruluğu yapar.
     Araştırmalar, istatistikler, yüzdeler, oranlar... Sayfalar dolusu nefesin ayrıntılı bilgileri... Her şey nefesin doğal kullanımını sağlamak adına önem atfediyor. Ancak insanlar hala bunu ne kadar yapacağım, bana ne faydası var, şu hastalığımı da geçirirmi gibi sorularla işin özünden uzaklaşıyor. Faydasına göre karar verme huyumuz, bilim insanlarını bizi ikna etmeye mecbur bırakıyor. Komik olan kendi özümüzden o kadar uzaklaşmışız ki aslında kendiliğinden olması gereken nefesin bize anlatılması öğretilmesi gerekiyor. Doğala dönmek zorundayız. Faydalı bitkiler zaten günlük yaşamımızda abartısız ve tamamen doğal bir biçimde yer almalıydı. Biyolojik saatimiz zaten doğal olarak tıkır tıkır işlemeliydi. Metabolizma yavaşlamasını çok garip bulmalıydık. Önce doğal olunur, sonra sağlık kendiliğinden gelir. Sağlık için doğaldan uzak her uygulama veya doğal diye yaptığımız her  aşırılık bizi daha da işin içinden çıkılmaz hale getiriyor. ARTIK DOĞALA DÖNMEK İÇİN İKNA BEKLEMEYELİM. Doğal ve dengeli bir uygulama için fayda aranmaz, zaten bizi doğala ulaştırarak en yüksek faydayı sağlamıştır.

            HOŞÇAKALIN, ĐOĞAL KALIN.

4 Nisan 2015 Cumartesi

DOĞAL SİRKE AYRINTILI TARİF

  Doğal sirke; piyasada satılan sirkelerden koku ve tat olarak tamamen farklı, suya katılıp içildiğinde hoş limonata gibi bir içecek tadında, ferahlatıcı, mideye hazımda yardımcı, son derece faydalı bir sirkedir. Elinde maya olmadan sirke yapmak dikkat isteyen bir konudur. Yapılışı sırasında sirke bakterisinin oluşmasını beklerken çürüğümsü koku ve tatta olan bir şeyle karşılaşabiliriz.
 Sirke faydalı bakterileri bünyemize almamızın en kolay yollarından biridir. Öncelikle şunu bilelim: Doğal
      Elma, üzüm, kuru üzüm, armut, nar, şeftali gibi tatlı meyveleri kullanarak sirke (sadece kabukla veya bütünüyle) yapabiliriz.
     Öncelikle (karışık veya tek çeşit olabilir) meyvemizi ve cam kavanozu iyice yıkayalım. Kabukları veya dilimlenmiş meyveyi bekletmeden (kararmasın) kavanoza koyalım. Bir kilo meyve - iki litre su oranı kullanalım. Eğer doğal sirke varsa maya olarak bir tatlı kaşığı karışıma ekleyelim. Maya yoksa daha dikkatli olmak zorundayız. Bazı tariflerde mayalanmanın hızlanması için bir kaç nohut tanesi eklenmesi öneriliyor. Dikkat edilirse nohuda gerek kalmadan güzel mayalanmış sirke yapılabilir. Tadı da daha güzel olur.
       Kavanoz; sirkenin oksijen alması için kumaş veya tülle kapatılıp lastiklenmeli. Karanlıkta ve oda sıcaklığında, sık sık suyun üstüne çıkan meyveler geri bastırılarak kararması ve tadının bozulması önlenmeli. Meyvenin tatlılığına bağlı olarak kabarmalar olacaktır, altına taşmalara karşı bir kap konmalı ve kavanoz dört parmak eksik doldurulmalı. Taşma olursa ve hemen temizlenmezse, sinekleneceği unutulmamalı. Sıcaklığa bağlı olarak ortalama dört günde meyve kokusu hafif sirke kokusuna dönecektir. Bu arada meyvesine bağlı olarak rengi koyuya, kabuklar da açık renge döner. Ortam soğuksa, maya konmamışsa veya meyveler yeterince tatlı değilse bu süre bir hafta on güne çıkar. Kritik süre budur.
     Birçoğumuz sirke bakterisi üreyemeden, yerine zararlı bakteriler üreyen, tadı acayip bulanık sirkeleri görünce ya ‘gerçeği böyle herhalde’ deyip kabul ediyoruz ya da büsbütün bu işten vazgeçiyoruz. Püf noktası meyvenin havayla temasının kesilip suda kalmasının günlük kontrolüdür. Oksijen ihtiyacı için arada hafifçe karıştırılması sirkeleşmeyi hızlandırır. Meyve kokusu yok olup hafif keskin sirke kokusu oluşan karışım plastik süzgeçle süzülür. Meyvesi, suyu ziyan olmasın diye hafifçe sıkılabilir, bir miktar tortu da inecektir, zamanla dibe çöker. Ancak fazla sıkılırsa inecek aşırı meyve kalıntısı sirkenin çürümesine yol açar. Artık karar size ait. Süzülen sirke cam kavanoza konur, bir tutam kaya tuzu muhakkak eklenir. Kaya tuzu sirkenin bozulmamasını sağlar. Kavanoz aynı şekilde hep bezle lastik yardımıyla kapanmalı, sineklenmemesi için sızıntılara dikkat edilmeli. Sıcaklığa ve maya eklenmiş olmasına bağlı olarak süzüldükten en az iki hafta sonra sirke üzerinde sirke anası denilen bir tabaka oluşmaya başlar. Bu sirkenin şifalı olduğuna işaret eder. Sirke anası da yeni sirke yapılırken maya olarak kullanılabilir, atmayın. Sirke ne kadar çok beklerse, o kadar duru ve keskin tatta olur.
  Sirke anasında görülen kendi şeffaf beyaz rengi harici herhangi bir renk yani sarı,yeşil,gri,siyah,tozlu beyaz noktalar,aşırı kokulu yapışkan sirke anası ve bu durumun sirkeye sirayet etmiş salya durumunda sirke derhal dökülmeli.
     Doğal sirke ile ilgili birçok yayında sirkenin uzun uzun faydaları sıralanıyor. Dikkat edilirse bütün faydalar sirkenin faydalı bakterilerine ve vücut için alkali oluşuna bağlandığı görülür. Sirkenin asitli yapısı temizleyicidir, vücut iç, dış temizliği, hatta ev temizliği bile yapılabilir. Alkali etki özelliği ise vücutta eklem, asit artıkların atılmasında etkilidir.

                                                                       HOŞÇAKALIN

3 Nisan 2015 Cuma

ASİT BÜNYE

Vücut açısından asitli yiyecekler şekerli, karbonhidratlı besinler ve siyah çay, kahve, koladır. Kanımız her zaman alkaliye yakın bir dengede kalmak için savunma yöntemleri geliştirmiştir. Bir çok besin asitli olabilir örneğin limon, zencefil, sirke gibi; ama vücudu alkali yapar. Asitli diye tarif edilen yiyecekler ise vücudumuza glikoz yükü getirir, kan asitlenir, alkali dengesine dönebilmek için birkaç dakika içinde kemiklerden kana kalsiyum ve magnezyum pompalanır. Örneğin bir bardak asitli içecek, kanda nötrleşmek için 32 bardak su ve kemiklerden gelecek kalsiyuma ihtiyaç duyar. Bu şekilde kandaki fazla asidi kemiklerden gelen o çok kıymetli minerallerle ( ve işte kemik erimesinin bir sebebi) bağlamış oluruz.
     Bedenimiz kanın alkali dengesini korumak ve asit artıklarını ortamdan uzaklaştırmak için eklemlere ve kaslara depolar. Bu mecburi yöntem kısa dönem için hayati önemi olan organları kurtarır. Ancak zamanla asit artıklarının iğne gibi batan yapısı yüzünden eklem ve kas ağrıları, iltihaplı durumlar baş gösterir.
      Yaşam tarzımızı değiştirmek için geç kalmış sayılmayız. Abartısız alkali beslenme, günlük hafif egzersiz, derin nefes çalışmaları, yeterli su içmek, aşırıya kaçmamak şartıyla bitki çayları... Nefes, vücudumuza bol oksijen sağlayarak asit artıklarını bağlar ve son derece etkilidir. Özellikle diyaframdan alınan, derin, alış, tutuş ve bırakış olmak üzere 4'er saniyelik yavaş burun nefesleri kastediliyor. Kanserli hücrelerin oksijensiz, asitli ve şekerli ortamda yaşayabilen değişime uğramış( öz be öz) hücrelerimiz olması nefesin ciddiyetini ortaya koyuyor.
      Alkali maddelere bağlamayı başardığımız asit artıklarını idrar, ter ve nefes yoluyla atarız. Yağlar alkali ortamda çözülür, asitli vücutlarda mecburen ( asit artıkları saklanır) yağlanma fazladır. Özellikle bel çevresinde birikim yapar. Aynı şekilde tiroidi yönlendiren iyot minerali de asitli ortamda iyi çalışamaz. Diğer taraftan, vücudumuzu ele geçiren mantarlar ancak asit ortamda yaşar, bağırsaklarımızda zehirli artıklar üretip alerji, karaciğer problemleri yaratırlar. Cilt ise kolajen dokusunun esnekliğini şeker yüzünden kaybeder. Şekerin asitlenme sebebi olduğunu tekrar etmeme lüzum yok sanırım. Spor esnasında olan kas kramplarının da sebebi, oluşan asit artıklarını atmak için kaslardan magnezyum çekilmesidir... Listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Bu konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Şimdiye kadar verdiğim her sebep sonuç birbirine bağlıydı, değil mi? Sanki bitmez tükenmez bir dairede dönüyoruz, neyi tutsak, diğeri beraber geliyor.
     Şimdiye kadar hangi araştırmayı incelerseniz bir bitki için veya bir diyet için olsun, bitmez tükenmez faydalar, vücut işleyişinde önem, vazgeçilmez, tek gerçek seçenek gibi imaj yaratıldığını göreceksiniz. Alkali diyet abartıları, alkali damlaları ( hazım problemleri yaptığı ifade ediliyor) için de aynı şey geçerli. Eğer başka kaynaklara bakarsanız faydalı sonuçlar listesinin uzayıp gittiğini görürsünüz.
      Neden? Çünkü vücut bir bütün ve hangi noktadan başlarsanız diğer konuların şifalandığını görürsüz. Yani ortada bu kadar abartılacak bir şey yok. Yeter ki vücudun dilinden anlayın ve doğal yaşamı hayatınıza alın. Her attığınız adım bir öncekinden daha kolay olacak, inanın. Popüler diyetleri denediniz, biliyorum. Sürekli, etkili, bünye ve ruh dostu, her yerde, kolaylıkla uygulanan seçenekler değiller. Yeri geldi zaten hassas olan midenizi iyice hazmedemez hale getirdiniz. Sonra malum zincirin halkalarını takip ettiniz: yavaş hazım, yavaş safra, yavaş bağırsak, yine yavaş safra, artık doğru düzgün hazmetmeyen mide... Kabızlık, sürekli şişlik, gaz olayları, daha ilerisi safra taşları... İşte çark böyle işliyor. Sadece sindirim değil, daha farklı mekanizmalarda da durum aynı. Lütfen yaşamınızda tekrarları arayın, genelde fark edilmez oluyorlar. Gün içinde o kadar sık gerçekleşiyorlar ki ( damlayan suyun kovayı doldurması gibi) fark edilmeden sonucu değiştiriyorlar. Mesela çaya attığımız şeker ne de küçük değil mi? Ama zamanla kiloyu etkileyecek kaloriyi aldırır veya hızlı yemek yemek zaman içinde iyi çiğnenmediği için muhakkak hazım problemleri yapar.
     Sonuç olarak, sağlıklı yaşama attığımız ilk adım en büyük adımdır. Diğer şeyler çorap söküğü gibi peşi sıra gelir. Lütfen daha önce işlediğim faydalı bakterilerle barışma konusunu inceleyin. İyi bir başlangıç olduğunu göreceksiniz.

      HOŞÇAKALIN

2 Nisan 2015 Perşembe

ÇÖKELEK YAPIMI ve PÜF NOKTALARI

   Çökelek yapımından önce iyi çökelek nasıl olur bilmeliyiz. Yoksa daha yolun başından kötü kokulu veya ekşi tadında  olur. Ayrıca çökelek topaklanıp kurutulma aşamasında mayalandığı için ne kadar taze ve kaliteli olursa, çökeleğimiz o kadar hafif kokulu ve daha peynire yakın tadda olur. Çökelek; yapımı sırasında önce tereyağının ayrılmasından dolayı yağsızdır.  Piyasadan çökelek alırken tuzsuz olmasına dikkat edilmeli. Lor peyniri ile çökeleği karıştırmayın. Lor peynir altı suyundan yapılır ve bir peynir ürünüdür, çökeleğe nazaran daha süt tadında ve daha yağlıdır. Çökelek ise yoğurttan tereyağı ayrıldıktan sonra kalanın kaynatılmasıyla elde edilir. Yani lordan çok daha doğaldır. Çökeleğin tuzsuz olanı kesinlikle tazedir. Elinize aldığınızda veya tadına baktığınızda kum gibi sert ve dağılan şekilde ise üretimi esnasında çok kaynadığı anlaşılır, satın almayın çünkü şekil almaz, damağa hoş olmayan tat bırakır. Eğer evde çökelek yapmak isterseniz çok kolaylıkla yapabilirsiniz.
Arzu ettiğiniz miktar yoğurdu hafif ateşte kaynama sıcaklığına kadar ısıtın. Kaynamadan hemen önce yoğurdun katı kısmı ayrılıp yüzeye çıkar. Vakit kaybetmeden kevgirle (delikli kepçe) katısını metal bir süzgece toplayın. Eğer bu arada yoğurt kaynarsa katısı kumlanır, dikkat edin. Çökeleğiniz süzülünce hazır demektir. Ortalama üç gün ekşimeden kahvaltılarda yerini alır. Daha süre dayanması istenirse  uygun baharat katıp topaklanabilir. Anadolu'da topaklanan çökeleğe sürk denir ve Arapça'dan gelme bir kelimedir.

                                                    SÜRK ÇÖKELEĞİ
Bir kilo çökelek
*Bir tatlı kaşığı kekik
*Bir tatlı kaşığı çörekotu
*İstenirse bir çay kaşığı kimyon
* Tuz (damak tadınıza göre, Peynir kadar tuzlu olmasına lüzum yok.)
    Malzeme hepsi birden yoğurarak veya eğer varsa öğütücüden geçirerek, fotoğrafta görüldüğü gibi şekil verilir. Tepsi veya tel ızgara üzerine gazete kağıdı, onun üzerine de paket kağıdı koyulur. Paket kağıdı sürk ile gazete arasında durunca gazeteden mürekkebin geçmesini önler. Üzerine sürk topakları dizilir, buzdolabına üzeri açık şekilde koyulur. Sürk, suyu altındaki kağıtları ıslattıkça yeni kağıtla değiştirilir. Kuruyunca paket kağıdına sarıp buzdolabında muhafaza edilir.
     Sürk; mayalanan bir besindir. Zararlı bakterilerden korunması için temiz elle dokunulmalıdır. Buzdolabında kuruması tatlı mayalanmasını sağlar, ekşimesini yavaşlatır, erken küflenmenin önüne geçer.  Sürk topaklanmasından itibaren bütün safhalarında yenilebilir, beklemeye lüzum yoktur. Kuruyan sürk zamanla üzerinde beyaz bir tabaka oluşturur, bıçakla kazınır, temizlenerek yenilir. Üzeri gri-yeşil bir tabaka kaplı sürk tamamen mayalanmış yani pişmiştir; bu aşamada sürk küflenmiş demektir. Bu tabaka temizlenmelidir. Az miktarda yapıp küflenmeden bitirmek en mantıklısıdır. Küfe çok karşı olan ben, pişmiş sürkün meraklıları arasında olduğumu belirtmeliyim.
   Birçok çökelek tarifinde pul biber yer alır; ancak sürkü ekşitir. Sade tarif çökeleği peynir görünümüne ve tadına yaklaştırır. Bu tarif alışmamış damaklara daha çok hitap eder. 
NOT:Fotoğrafta görülen hasır tabak, Anadolu'nun geleneksel el işçiliğidir. İçli köfte (oruk), çökelek vs yapımında kuru kalması amaçlı,hala kullanılır. Eskiden sürk hasır tabaklarda kurutulurdu. Ancak şimdi kağıt bunun için daha uygun ve bol. İyi günler.
                                                                HOŞÇAKALIN


30 Mart 2015 Pazartesi

FAYDALI BAKTERİLER İLE BARIŞMAK

 
 
DOĞAL ELMA ve ÜZÜM SIRKELERI
Her besin yaşam döngüsünde en yüksek fayda alınacak biçimde işlenir. Bol lifli, sindirimi bağırsaklardaki mikroorganizmalara bağlı olan besinler, insan için en zorlayıcı olanlardır. Faydalı bakteriden fakir bağırsaklarda lifli, çiğ birçok besinin sindirilmesi zor olur, vitamin eksikliği de yaşanır. Çünkü faydalı bakteriler vitamini de sentezler. Faydalı bakteriler direk veya dolaylı olarak şifa verirler.  
     Faydalı mikroorganizmalar bağırsakta yerleşerek mantarlara yaşam alanı bırakmaz ve bağışıklığımızı arttırırlar. Son yılların büyük problemi olan alerji sorununu da ortadan kaldırırlar. Ancak vücutta atom bombası görevi gören antibiyotikler, bütün faydalı ve vücut için koruyucu asker olan bakterileri de yok eder. Issız ve korumasız kalan vücutlarda mantarların cirit atmaya başlaması kaçınılmaz son olur. Bilindiği üzere mantar, faydalı bakteri gibi bitki fermente edip vitamin üretmek yerine şekerle beslenip zehir üretir. Bu karaciğerimize aşırı yük bindirir. Son yıllar endüstrileşmenin, hazır gıdaların, antibiyotiklerin bağırsaklarımızdaki faydalı mikroorganizmaları süpürdüğü yıllar oldu. Normal bir insanda, bağırsaklarında ortalama BİR KİLO FAYDALI MİKROORGANİZMA bulunur. Faydalı mikroorganizmalarla  barışmamız, hayatımızı ona göre şekillendirmemiz gerek. Faydalı bakteri kefir, turşu,sirke vb kaynaklardan alınabilir. En basit ve en uzun süre dayanan bir seçenek olan doğal sirkenin kullanımı da kolaydır. Ancak yapılışı sırasında dikkat edilmesi gerekir. Önemli ayrıntılar tarif içinde. Lütfen okuyun.

            DOĞAL SİRKE
     Sirke faydalı bakterileri bünyemize almamızın en kolay yollarından biridir. Öncelikle şunu bilelim: Doğal sirke; piyasada satılan sirkelerden koku ve tat olarak tamamen farklı, suya katılıp içildiğinde hoş limonata gibi bir içecek tadında, ferahlatıcı, mideye hazımda yardımcı, son derece faydalı bir sirkedir. Elinde maya olmadan sirke yapmak dikkat isteyen bir konudur. Yapılışı sırasında sirke bakterisinin oluşmasını beklerken çürüğümsü koku ve tatta olan bir şeyle karşılaşabiliriz.
      Elma, üzüm, kuru üzüm, armut, nar, şeftali gibi tatlı meyveleri kullanarak sirke (sadece kabukla veya bütünüyle) yapabiliriz.
     Öncelikle (karışık veya tek çeşit olabilir) meyvemizi ve cam kavanozu iyice yıkayalım. Kabukları veya dilimlenmiş meyveyi bekletmeden (kararmasın) kavanoza koyalım. Bir kilo meyve - iki litre su oranı kullanalım. Eğer doğal sirke varsa maya olarak bir tatlı kaşığı karışıma ekleyelim. Maya yoksa daha dikkatli olmak zorundayız. Bazı tariflerde mayalanmanın hızlanması için bir kaç nohut tanesi eklenmesi öneriliyor. Dikkat edilirse nohuda gerek kalmadan güzel mayalanmış sirke yapılabilir. Tadı da daha güzel olur.
       Kavanoz; sirkenin oksijen alması için kumaş veya tülle kapatılıp lastiklenmeli. Karanlıkta ve oda sıcaklığında, sık sık suyun üstüne çıkan meyveler geri bastırılarak kararması ve tadının bozulması önlenmeli. Meyvenin tatlılığına bağlı olarak kabarmalar olacaktır, altına taşmalara karşı bir kap konmalı ve kavanoz dört parmak eksik doldurulmalı. Taşma olursa ve hemen temizlenmezse, sinekleneceği unutulmamalı. Sıcaklığa bağlı olarak ortalama dört günde meyve kokusu hafif sirke kokusuna dönecektir. Bu arada meyvesine bağlı olarak rengi koyuya, kabuklar da açık renge döner. Ortam soğuksa, maya konmamışsa veya meyveler yeterince tatlı değilse bu süre bir hafta on güne çıkar. Kritik süre budur.
     Birçoğumuz sirke bakterisi üreyemeden, yerine zararlı bakteriler üreyen, tadı acayip bulanık sirkeleri görünce ya ‘gerçeği böyle herhalde’ deyip kabul ediyoruz ya da büsbütün bu işten vazgeçiyoruz. Püf noktası meyvenin havayla temasının kesilip suda kalmasının günlük kontrolüdür. Oksijen ihtiyacı için arada hafifçe karıştırılması sirkeleşmeyi hızlandırır. Meyve kokusu yok olup hafif keskin sirke kokusu oluşan karışım plastik süzgeçle süzülür. Meyvesi, suyu ziyan olmasın diye hafifçe sıkılabilir, bir miktar tortu da inecektir, zamanla dibe çöker. Ancak fazla sıkılırsa inecek aşırı meyve kalıntısı sirkenin çürümesine yol açar. Artık karar size ait. Süzülen sirke cam kavanoza konur, bir tutam kaya tuzu muhakkak eklenir. Kaya tuzu sirkenin bozulmamasını sağlar. Kavanoz aynı şekilde hep bezle lastik yardımıyla kapanmalı, sineklenmemesi için sızıntılara dikkat edilmeli. Sıcaklığa ve maya eklenmiş olmasına bağlı olarak süzüldükten en az iki hafta sonra sirke üzerinde sirke anası denilen bir tabaka oluşmaya başlar. Bu sirkenin şifalı olduğuna işaret eder. Sirke anası da yeni sirke yapılırken maya olarak kullanılabilir, atmayın. Sirke ne kadar çok beklerse, o kadar duru ve keskin tatta olur.
     Doğal sirke ile ilgili birçok yayında sirkenin uzun uzun faydaları sıralanıyor. Dikkat edilirse bütün faydalar sirkenin faydalı bakterilerine ve vücut için alkali oluşuna bağlandığı görülür. Sirkenin asitli yapısı temizleyicidir, vücut iç, dış temizliği, hatta ev temizliği bile yapılabilir. Alkali etki özelliği ise vücutta eklem, asit artıkların atılmasında etkilidir. Konuyu çok abartıp sirkeyi mucize sınıfına sokmak, metabolizma zincirinde uygun her noktaya oturtmak doğru değil. Bir sonraki yazımda bu döngüyü işleyeceğim.

HOŞÇAKALIN

26 Mart 2015 Perşembe

METABOLİZMA DENGELEME

                         
    Bozulmuş hormonal dengeler düzelmek için arındırıcı yöntemlere ihtiyaç duyar. Sauna, bitki çayları, masaj, bol su içme, çeşitli detoks kürleri.... Bütün bunlar ortak olarak toksinlerin (bir önceki yazıda ele aldığım konu) vücuttan atılmasının yöntemleridir. Temelde gereken, vücudumuzun alkali yapıya kavuşturulmasıdır. Gıdalardan, çevreden vücudumuza aldığımız zararlı maddelerden haşere ilacı, hormon vb vücut yağlarında depolanır. Asit artıkları ise eklemler ve kas dokusunda ince iğne gibi batıp ağrı yapan kalıntılar olarak birikirler. Bu toksin birikimleri zamanla hareket problemleri, metabolizmada yavaşlama, yağ metabolizmasında problemler, hormonal dengesezlikler, biriktiği organda yetersizlikler ortaya çıkarır.
                           Metabolizma tam bir döngü içindedir. Zincirin bir halkası tümünü etkiler, bir noktadan başlamak ilgili diğer durumlarda da iyileşme yaratır.

              Her zaman, her yerde uygulayabileceğimiz bir yöntem iyi bir ilk adım olur. Kanımızı alkali yapmak ilk seçim olmalı. Lütfen karbonat seçeneğini hemen eleyin. Hazım problemleri yapıyor çünkü. Ayrıca alkali damlalarında aynı gerekçeyle yasaklandığını söylemeliyim. Doğru yöntem doğal sirkedir. Sabahları bir bardak oda sıcaklığındaki suya iki çorba kaşığı doğal sirke koyup içmek birikmiş toksinleri attırır. Aynı şekilde öğünlerde doğal sirke ile veya doğal hamur mayasıyla( daha önce işlediğim konu) yapılan turşulardan yenilebilir. Amaç burada, aslında asitli olan sirkenin, vücut işleyişi açısından alkali işlev görmesinden faydalanmaktır. Ancak sirkenin kalitesi çok önemlidir. Bu konuda  yapılan hata, faydalı olmasını arzu ettiğimiz sirkede zararlı bakteri üretmektir. Bir sonraki yazımda doğal sirkeyi, yapım aşamalarını,hatalarını işleyeceğim.
h                                                             
                                                      HOŞÇAKALIN...

11 Mart 2015 Çarşamba

METABOLIZMADAKI ZEHIR

Zararlı kimyasallar vücudumuzda yağ hücrelerinde saklanıyorlar. Hormonlarla direk ilişkili bu sistem kimyasallar yüzünden metabolizmaya zarar veriyor. Zaten hassas olan hormon dengemiz, yediklerimizdeki zirai artıklara, büyüme hormonlarına, antimikrobiyal karışımlara yeniliyor. Bedenimiz maruz kaldığı kimyasal maddelere, besinlerdeki ve atmosferdeki serbest radikallere karşı kendini sürekli bir arındırma savaşı veriyor. Sanmayın ki çevre kirliliği bizden uzakta, sadece sanayileşmiş bölgelerde. Penceresi sıkı sıkı kapalı klimalı evimizin mis kokulu mumlarında, oda parfümlerinde, tezgah temizlediğimiz (özel, süper etkili) spreyinde.... Genlerimizin var oluşundan beri bilmediği, bedenimizin ona karşı savunma ve bağışıklık geliştirmesi için birkaç yüz nesil geçmesi gereken sayısız yeni kimyasalla birlikte yaşıyoruz, yiyor, içiyor, soluyoruz. Örneklerden sadece biri olan DDT
Amerika' da 1970 yılından beri yasaklanmış, son derece dirençli,atmosferde çok yol katederek geniş alanlara yayılan, bünyede birikim yapan bir tarım ilacıdır. Aradan geçen bu kadar yıla rağmen Amerika' da hala DDT kalıntılarının bulunduğu belirtiliyor. Ülkemizde yeni yasaklanan DDT toprağa, suya, doğaya ne kadar karışmıştır, artık siz düşünün. Dünyada 1940 lardan sonra aşağı yukarı 80 bin çeşit kimyasal kullanıma açılmıştır. Bu rakam durumun vehametini ortaya koyuyor.
    Şanslı olanların metabolizması yavaşlamış ya da alerjiden muzdarip. Söylerken bile zorlanıyoruz, kanser vakaları hızla artıyor. Elimize ne alırsak ilk kelimemiz:"bu kanserojen olmasın"? Uzmanlar bilgilendirirken, hayatımıza çeki düzen vermemiz gerektiğini öğreniyoruz. Bana birşey olmaz aklı burada işe yaramıyor maalesef.
    
Aslında beden herzaman kendini dengelemeyi biliyor, bir şekilde yaşam devam ediyor. Yaşam tarzımızdaki en ufak bir iyileşme bize sağlık olarak dönüyor.
  Sağlığın ilk önce dengeli kilodan geçtiğini keşfettik. Ancak yağ depolarımızdaki zehirli kimyasalları unuttuk. Hele hele son zamanlarda rahat rahat et yiyenler hayvansal yağda da nice kimyasalın saklı olduğunu bilmez görünüyorlar, lütfen artık daha fazla rahat etmesinler.
      Zayıflayıp mutlu mutlu yağ yakarken kanımıza karışan, yağda saklı kalmış kimyasallar çok tehlikeli. En basitinden hormon dengemizi, dolayısıyla hayatımızı mahvediyor. Bir sonraki yazımda uzun uzun bundan bahsedeceğim. Birçok önerim olacak.

       HOŞÇAKALIN

6 Mart 2015 Cuma

Gizli Şifa AURA





    Canlı cansız bütün varlıkların aurası vardır ve özel bir fotoğraflama yöntemi olan kirilian ile çekilir. Aura varlıkların çevrelerine yaydıkları enerji ile oluşan, fotoğraflandığında yukardaki gibi görünen enerji alanıdır. Bu alanın içerdiği renkler ve ışınım oranı, ilgili varlık hakkında pek çok bilgi verir. Insan aurasından hangi hastalık ( daha gerçekleşmemişse bile)ve hangi organlarda olduğu, endişe, neşe, huzur gibi birçok ayrıntı anlaşılır. Bu şekilde birçok problem daha ortaya çıkmadan enerji bedeninde farkedilerek önlem alma imkanı doğar.
      Peki ya yediğimiz sebzeler, meyveler? Aynı şekilde bitkiler de çevrelerine enerji yayar. Doğal olarak çiğ yiyeceklerimizin, tohumlarımızın, suyumuzun da auraları ışıl ışıl parlar. Özellikle tohumun aurasına dikkat ederseniz tohumdan yayılan enerjinin diğer bitki auralarından daha güçlü olduğunu görürsünüz. Aynı bitkide tazeliğine ve doğallığına bağlı olarak bu aura değişkenlik gösterir. Bu enerji onların canlılığı azaldıkça azalır. Hele genetiğinin değişmiş olması aurayı bozar. GDO lu besinlerden uzak durmak için bir neden daha! Pişim sırasında  sıcaklık 45 dereceye geldiğinde:
        Enzimlerin % 100 ü
        Vitaminlerin %85 i
        Proteinin %50 si eksilir.
Pişirme aslında çoğunluğu alkali olan bitkileri asidik yapar. Bitkinin bünyesindeki oksijen yok olur, antioksidan özelliğini kaybeder.
  Eğer çiğ ile pişmiş, taze ile bayat arasındaki aura farkını görebilseydik acaba kaç çeşit besini daha farklı tarzda sofralarımıza koyardık?

     Holistik öğretide her bitkinin, besinin pişirim sırasında artık ölü olduğunu, ölü besinlerle beslenmenin vücudumuza yarar yerine zarar verdiğini, hastalıklara yol açtığını, elden geldiğince YAŞAYAN yani çiğ, kurutulmuş, salamura gibi besinlerle beslenmenin önemi belirtilir. Bir tohumun aurası onun içindeki yaşam gücünün göstergesidir. Çimlendirilmiş tohum yemek, doğal beslenmede müthiş enerjilerin ve bir tohumun Içindeki yaşamın bize akması demektir. Denemek isteyenler için bilgi: çimlendirilmiş yeşil mercimek, özellikle salatası mükemmel oluyor. Kavrulmamış badem, fındık, ceviz, kabak çekirdeği, ayçiçek çekirdeği, keçi boynuzu... Hepsi içlerinde var olan enerjiyi koruyorlar. Kurumaları ölmeleri demek değil. Sadece pişmeleri içlerindeki yaşam enerjisini yok ediyor. Badem, fındık,
hindistan cevizi, avokado, zeytin ve ceviz gibi faydalı yağları olan tohumlar pişim esnasında  kimyasal değişime uğruyor, yağlarının da faydası kalmıyor.     Sofralarımızda elimizden geldiğince ısıl işlem görmemiş yağları, özellikle sızma zeytinyağını  bulundurmalıyız. Araştırmalar gösteriyor ki, çiğ yağ kolayca metabolize olur ve vücuttan atılır. Ancak pişmiş yağ daha zor parçalanır, kalp damar, tansiyon problemlerine sebep olur ve maalesef kolayca depolanır. Pişmiş yağdan daha kötü olan yanmış yağ ( makine yağı) sınıfına giren kızartma yağlarından ve içinde pişirilen müstakbel kanserojenlerimizden hiç bahsetmeyelim.
Elma Aurası
     Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da bitkileri çiğ tüketelim derken; yer fıstığı, iç bakla gibi bazı besinlere dikkat edelim, çünkü çiğ tüketiminin zararlı olduğu kaynaklarda belirtiliyor. Faydalı olduğunu düşünerek, araştırmadan çiğ tüketmeyelim. Ayrıca örneğin lahana, turp gibi bazı çiğ yiyeceklerin vücudumuzda iyot eksikliği yarattığı, fermente ( turşu) veya pişmiş halde yenmesi gerektiği araştırmalarda yer alıyor. Başka bir konu da hassas mideler. Birçok besini çiğ tüketemezler. Herkes kendini az çok bilir.
      Doğal beslenmeye atılan ilk adım en büyük adımdır. Acelemiz yok. Doğal besin konusu engin bir deniz, önemli olan birbirini destekleyen bilgileri toparlamadan, kulaktan dolma şeylerle doğala ulaşalım derken kendimize zarar vermeyelim. Vücudumuzu dinlemeyi bilelim.

           HOŞÇAKALIN

3 Mart 2015 Salı

PEYNİR MAYASININ BİLİNMEYENLERİ

            
Peynir her çeşidiyle, mayalanarak yapılan besleyici bir ürün. Mayalanıyor, ama hangi mayayla? Ama mecburi yenmesi gerekenler arasında mı?
   Geleneksel olarak Peynir Mayası; süt danasının midesinde zaten var olan enziminin (kimozin) alınmasıyla oluşturuluyor. Dananın midesinin iç tabakası (mukozası) ayrılıp güneşte kurutuluyor. Sonra öğütülerek peynir altı suyunda mayalanmaya bırakılıyor. Ardından süzülüyor, peynir mayası hazır! Bu yöntem tabii ki zamanla peynire oluşan aşırı talebi karşılayacak kadar mayayı sağlayamıyor. Her ne kadar endüstriyel yöntem olsa da aynı tas aynı hamam. Süt Danası Midesi başrolde. Donduruluyor, öğütülüyor, bir çözeltiye yatırılıyor, oluşan maya özütüne asit (niyeyse?) ekleniyor, ardından eklenen asit bu defa da nötralize (asitliği azaltmak) ediliyor, süzülünce al sana peynir mayası.
Şimdi bunun neresi ileri teknoloji? Farz edelim hayvansal bir enzim olan kimozin çok faydalı bir şey o zaman asidin, kimyasal çözeltilerin içinde işi ne? Bir soru daha hayvansal enzim mayası insan vücudunda nasıl iş görür? Yemek içimize siner mi? Acaba son zamanlarda birçok uzmanın çıkıp peynir yemeyin, illa yiyecekseniz keçi peyniri yiyin demesi bu sebepten mi? Aynı zamanda peynirin vücudumuzu asitlendirdiği söyleniyor. Asidin vücudumuza zararları say say bitmez, o da ayrı konu. Keçi demişken; koyun sütü için kuzu midesinden, keçi sütü için ise teke den, yani her cins için kendi yavrusundan enzim alınıyor. Bu şekilde her bir süt kendisini en iyi mayalayan enzimle işleniyor. Eskiler her şeyi yemenin yolunu bulmuş, zamanında öyleymiş, anlayış ve hatta tebrikle karşılıyorum. Ancak günümüzde tek ekleyebildiğimiz şey asit olmasın.
         Farklı peynir mayalarını araştırınca Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinde bakteri , mantar  ve GDO lu mikroorganizma  kaynaklı peynir mayalarından da kullanıldığını görürüz. Birçok cins küf mantarı, bakteri peynir mayalamada denenmiş. Aralarında kestane ağacı zararlısı olan ve bulaştığı ağacı iki üç yılda yok eden  

azısı ekle
Endothia Parasitica mantarı da peynir
Kestane Ağacı zararlısı
mayası olarak kullanılmış.  Görebildiğimiz kadarıyla fermente olma süresi ve az fire vermesi ön planda tutulmuş.  Bunu nereden mi anlıyoruz? Araştırma sonuçlarında insana dair bilgi; sadece peynirin tadının acılığının belirtilmesinden başka  bir şey değil.  Genetiği değiştirilmiş mikroorganizmalar da Amerika ‘da peynir mayalamada geniş ölçüde kullanılıyor. GDO lu  besinleri hatırlayın, üzerlerinde ne de çok araştırma yapıldı, ne de sağlıklılar!!!değil mi?  Bitkisel kaynaklı peynir mayası bir çeşit küf kaynaklıdır. Dezavantajı da küf mayasının zamanla peynirde oluşturduğu acı tat ve istenmeyen etkileri dolayısıyla Avrupa’da kalite belgesi alamamasıdır.
          Bu mayalar araştırılmalı ve halka hak ettiği sağlıklı, doğal besin kaynakları sağlanmalı. Neyi talep edersek onun piyasasını yaratırız. Lütfen doğalı ararken kestane ağacına toslamayalım.      Anladık ekonomik, hızlı, tatlı bir şeyler arıyorsunuz. Bilime saygım sonsuz.  Ancak siz deney fareleri için değl, insan için üretiyorsunuz. Ve biz insanlar artık damak tadından çok sağlığımızı düşünüyoruz. Son otuz yıl endüstriyel besinlerin yılı oldu acısı sağlığımızdan çıkıyor. Bu mantar mayaları vücudumuzda zaten var olan mantar birikimini arttırıp arttırmadığı araştırılmalı.
               Piyasadaki  peynirlerde hangi tür mayanın kullanıldığı yazmıyor. Sadece peynir kültürü veya peynir mayası ifadeleri yer alıyor.  Çiğ sütle yapılan taze peynir en az altı ay tuzlu suda beklemeli, zararlı bakterilerin ve bahsettiğimiz bilimsel tabiriyle “agresif” mayaların aktivitesinin tam bitmesi  sağlanmalıdır.  Ondan dolayı yediğimiz peynirin ne olur ne olmaz diye önce pişirilmesi kulağa mantıklı geliyor. Bundan hareketle; normal günlük beslenmemizde nasıl  rahatlıkla hayvansal ürünleri pişirip tüketiyorsak, peyniri pişirerek peynirdeki hayvansal mayayı da pişmiş ve yenilebilir kılmış  olmaz mıyız? Bu konudaki fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim
   Artık vücudumuz tehlike sinyalleri veriyor. Hayvan midesinden alınan öze, geleneksel yöntemle bile hazırlanmış olsa da karşı iken; kimyasal eklenmişine ne diyeceğiz? Bakterili, küflü, mantarlı olanlar için ne demeli? Hangi kaynaktan alınmışlar, vücudumuza etkileri uzun sürede neler? Peyniri iyi mayalıyorsun; o zaman işe alındın! En az fire ile en çok peyniri çıkardın, aferin sana kestanelerimizi mahveden mantar! Şaka bir yana özellikle küf ve mantar vücudumuzda özellikle karaciğerimize ağır gelen bir çeşit zehir salgılar. Bu konuları yıllardır sorguluyoruz. Ucuz mayalayıp çok randıman almak tek hedef olmasın lütfen.
                        
EVDE DOĞAL ÇÖZÜM
Peynir evde doğal yoldan sirke ile veya kaynamak üzere iken konulan bir kaşık yoğurtla kestirerek( süt katısı sıvısından ayrılarak) elde edilebilir. Süt pastörize veya kaynamış olmadığı için pişirmeden yenmemelidir. Brusella gibi ciddi çiğ süt hastalıkları unutulmamalıdır. Yaptığımız peynir hazır gibi olmayabilir ama sağlığımızı düşünerek adım atmalıyız. Alternatifleri denemeliyiz.
     Bu alternatiflerden biri çökelektir. Çünkü peynir mayasıyla değil, yoğurttan tereyağı çıkarıldıktan sonra kalan suyun kaynatılarak kestirilmesiyle yapılır. Tamamen doğal ve mayasızdır. Kadim Tibet kaynaklarına bakarsanız çökelek ayrı konumlandırılmıştır. Peynir ve lor peyniri ise (bkz. kozmik beslenme tablosu) sadece sebzeler, ekşi meyve ve mantarla yenilebilir denilmiştir. Vücudumuza zararları o zamanlarda da dile getirilmiştir.
     Çökelek sade halde kahvaltılara konulabildiği gibi, hamur işlerinde peynir yerine geçer. Aynı zamanda sürk çökeleği olarak bilinen tarifle, tüketim ömrü uzatılarak peynire alternatif güzel bir kahvaltılık yaratmış oluruz.
 ÇÖKELEK
     Piyasadan çökelek alırken tuzsuz olmasına dikkat edilmeli. Lor peyniri ile çökeleği karıştırmayın. Lor peynir altı suyundan yapılır ve bir peynir ürünüdür, çökeleğe nazaran daha süt tadında ve daha yağlıdır. Çökeleğin tuzsuz olanı kesinlikle tazedir. Elinize aldığınızda veya tadına baktığınızda kum gibi sert ve dağılan şekilde ise üretimi esnasında çok kaynadığı anlaşılır, satın almayın çünkü şekil almaz, damağa hoş olmayan tat bırakır. Eğer evde çökelek yapmak isterseniz çok kolaylıkla yapabilirsiniz.
Arzu ettiğiniz miktar yoğurdu hafif ateşte kaynama sıcaklığına kadar ısıtın. Kaynamadan hemen önce yoğurdun katı kısmı ayrılıp yüzeye çıkar. Vakit kaybetmeden kevgirle (delikli kepçe) katısını metal bir süzgece toplayın. Eğer bu arada yoğurt kaynarsa katısı kumlanır, dikkat edin. Çökeleğiniz süzülünce hazır demektir. Ortalama üç gün ekşimeden kahvaltılarda yerini alır. Daha süreli olması istenirse sürk çökeleği yapılabilir.
SÜRK ÇÖKELEĞİ 

Bir kilo çökelek
*Bir tatlı kaşığı kekik
*Bir tatlı kaşığı çörekotu
*İstenirse bir çay kaşığı kimyon
* Tuz (damak tadınıza göre, Peynir kadar tuzlu olmasına lüzum yok.)
    Malzeme hepsi birden yoğurarak veya eğer varsa öğütücüden geçirerek, fotoğrafta görüldüğü gibi şekil verilir. Tepsi veya tel ızgara üzerine gazete kâğıdı, onun üzerine de paket kâğıdı koyulur. Paket kâğıdı sürk ile gazete arasında durunca gazeteden mürekkebin geçmesini önler. Üzerine sürk topakları dizilir, buzdolabına üzeri açık şekilde koyulur. Sürkün suyu altındaki kâğıtları ıslattıkça yeni kâğıtla değiştirilir. Kuruyunca paket kâğıdına sarıp buzdolabında muhafaza edilir.
     Sürk; mayalanan bir besindir. Zararlı bakterilerden korunması için temiz elle dokunulmalıdır. Buzdolabında kuruması mayalanmasını, ekşimesini yavaşlatır. Sürk topaklanmasından itibaren bütün safhalarında yenilebilir, beklemeye lüzum yoktur. Kuruyan sürk zamanla üzerinde beyaz bir tabaka oluşturur, bıçakla kazınır, temizlenerek yenilir. Üzeri gri-yeşil bir tabaka kaplı sürk tamamen mayalanmış yani pişmiştir; bu aşamada sürk küflenmiş demektir. Bu tabaka temizlenmelidir. Az miktarda yapıp küflenmeden bitirmek en mantıklısıdır. Küfe çok karşı olan ben, pişmiş sürkün meraklıları arasında olduğumu belirtmeliyim.
   Birçok çökelek tarifinde pul biber yer alır; ancak sürkü ekşitir. Sade tarif çökeleği peynir görünümüne ve tadına yaklaştırır. Bu tarif alışmamış damaklara daha çok hitap eder.
                                                                HOŞÇAKALIN