17 Ağustos 2016 Çarşamba

NEDEN ORGANİK?

Atalarımızın yaşadığı dünyada; yanmayı geciktirici maddeler, tarım ilaçları, radyasyon, plastikler, hava kirletici aerosoller yoktu.
   DNA mızdaki her bir gen, 10 milyardan fazla seferde hasar görür ve tamir edilir. Bu onarım bağışıklık sistemi tarafından idare edilir. Araştırmalar bağışıklık sistemlerimizin alarm durumunda olduğunu gösteriyor. Yoğun tarım ilacı kullanılan yörelerde çocuklar üzerinde yapılan tahlillerde, bağışıklık sisteminin çocukların %80 inde iyi çalışmadığı ortaya çıkmış. Uzun ve sağlıklı yaşam için, temelde vejetaryen beslenme şart koşuluyor ve en çok kronik hastalığa yakalanan grubun genelde etle beslenenler olduğu ifade ediliyor. Ancak açlık, nüfus artışı, tarım alanlarının azlığı gibi konular ileri sürülerek endüstriyel tarım mecbur gösteriliyor. Doğru, endüstriyel tarım ve kimyasal gübrelerin kullanımı alınan ürün miktarını arttırdı. Ancak bu ürün artışı karşılığında hangi ödünleri veriyoruz? Topraktan yana da kayıplarımız olduğunu öğreniyoruz. Toprağın mineral oranı yarı yarıya azalmış, fakirleşmiş durumda. Yediğimiz her şeye yansıdığını ve direk olarak insan sağlığını etkilediğini söylemeye hacet yok. Demir, kalsiyum, sodyum, bakır, magnezyum ve özellikle kansere karşı koruyucu selenyum... Geriye ne kaldı ki?
   Doğal ve organik besinlerin, bağışıklık sistemi ile doğrudan ilişkisi var. Doğada bitkilerin normalde, hastalıklara ve çevresel saldırılara karşı bir şekilde kendini koruma geliştirdiğini ve bu amaçla fitobesin ürettiğini öğreniyoruz. Bu insan için de hayati önem taşır. Fitobesin, insan vücudunda bağışıklık sistemini güçlendirir. Dolayısıyla bağışıklık sisteminin giderdiği her hastalığın; (kanser dahil) doğal şifa yolu açılır. Burada belirtilmesi gereken önemli nokta; fitobesinlerin ancak organik olarak yetiştirilen bitkilerde bulunduğu gerçeğidir. Organik ürünlerin bu mantar ve hastalıklara karşı savunma sisteminin zirai ilaç kullanımında baskılandığı, ilaçtan dolayı bitkinin kendini savunma ihtiyacı olmadığı ve fitobesin üretemediği belirtiliyor. Ayrıca organik bitkilerin; antioksidan seviyesinin de endüstriyel tarım bitkilerinden daha yüksek olduğu ayrıca dikkat çekilen bir konu. Ilaç ve gübre olayının doğal yoldan çözülmesinin, organik üretimde mineral oranını arttırıcı bir rolü olduğu belirtiliyor.
    Vücuda en faydalı tüketim şeklinin çiğ veya az pişmiş olduğu olduğu araştırmalarda kanıtlanıyor. Organik beslenmeyi destekleyen araştırmalar ardarda geliyor. Ingiltere'de Liecester Üniversitesinde; organik bitkilerin bağışıklık sistemi için ürettiği salvestrol denilen bir enzimin, insan bedeninde kanser hücrelerine saldıran bir enzimi tetikleyerek (sağlıklı hücrelere dokunmadan) sadece kanser hücrelerine saldırdığı bir araştırma ile tespit ediliyor. Salvestroller, mantar zararlısına karşı bitkinin savunma enzimidir. Bu nedenle mantar ilacı püskürtmenin kötülüğü ortaya çıkmaktadır. Organik bitkilerde nitratın daha az bulunması sağlık için çok önemlidir. C vitamini, demir, magnezyum, fosfor ise organik bitkilerde daha yüksek orandadır. Organik beslenmenin önemini ortaya çıkaran bir araştırmada sadece organik ve genelde bitkilerle beslenmenin; bedendeki birikmiş toksinleri kısa sürede uzaklaştırdığı bilgisi mutfak kültürümüzü kökten değiştirecek.
    Organik tarım sadece yediklerimizde değil, yaşamımızın her alanında etkilidir. En basitinden; pamuk yetiştirilirken kullanılan böcek ilaçları, tekstil yoluyla hayatımıza girer.
Organik ve bitki odaklı beslenme araştırmasının devamında deney grubunun bir kısmı eski usül, organik olmayan beslenme tarzına geri dönderiliyor. Sonuç: toksik birikim geri dönüyor!
     Organik, gıdalara herkesin rahatça ulaşabildiği bir dünyada; organik kalın, sağlıklı kalın...
       HOŞÇAKALIN

14 Ağustos 2016 Pazar

EKŞİ MAYALI EKMEK VE TATLI TAT

En hoş tat ve kokuda ekmek yapmanın sırları: tatlı bir ön maya,  hamur yoğurduktan sonrada ; mayalanma süresi ile ortam ısısının oranıdır. Ekşi mayalı ekmekler biraz özen ve teknikle tatlı ve kokusu daha hafif olacak şekilde hazırlanabilir. Yani limon sıkılmış gibi ekşi ekmeklere artık bir son verebiliriz! Öncelikle ekşi mayaya ihtiyacımız olacak. Ekşi maya hazırlamanın özünde bir parça hamurda bakteri besleyerek ekşitmek yatar. Bakterilerin hava yoluyla hamurumuza karışmasını sağlamak için birer ölçü su ve un bir tutam tuz açık tabakta karıştırılıp üzeri bezle örtmeliyiz. Her gün bu hamura eşit oranda su ve un katılarak bakteriler beslenir. Sonunda köpük köpük maya elde edilince hamura kullanılır. Bu bizim ilk mayamızdır ve bu işlem sadece ilk maya için gereklidir. Artık sonraki zamanlarda yaptığımız ekmekten ayıracağımız bir ceviz büyüklüğündeki hamur parçası sonraki ekmek için yeterli olur.  Maya un konmuş kasede buzdolabında üzeri açık bir şekilde tutulmalı. Uzun süreli bekleme gibi durumlarda bozulmalara karşı kurutulmuş maya en iyi çözümdür. Kurutma esnasında herhangi bir sarı yeşil  küflenme olursa maya kullanılmaz çöpe atılır. Kurutma önemli bir aşamadır. Çünkü nemli kalan maya iki üç günde bir tekrar un ve su ilavesiyle beslenmeli veya ekmek hamuru yapılarak ondan  bir parça ayrılmalı. Hamura kullanacağımız maya eğer çok ekşimişse ekmek ekşi olur. Bunu önlemek için bu çok ekşimiş mayadan; nohut büyüklüğünde bir parça ve eşit miktarda un su ile karıştırılıp toplamda bir çay bardağı miktarında yumuşak bir ön maya yapılmalı. Bu şekil yapılan maya göz göz kabarana kadar ılık yerde bekletilir sonra ekmek hamurunda maya olarak kullanılır. Ön mayanın bekleme süresi ortam sıcaklığına göre uzar. İki kat kabarmış ve göz göz olmuş olmasını beklememiz gerekir. Akşam hazırlanmış bir ön maya sabah kullanıma hazır olur. Ardından hazırlayacağımız hamur sıcaklığa bağlı olarak akşama pişirilecek duruma gelit. Bu süreyi göz önünde tutarak ekmek yapmaya girişelim!Profesyonel kullanımlarda maya her zaman hamura konmadan evvel bu şekilde yumuşak kıvamlı ve hafif akıcı olacak biçimde ön maya olarak hazırlanır. Ön maya hep taze ve tatlı bir maya kullanmamızın yoludur. Ekmek yaparken ön maya hazırlamaya üşenmeyelim. Ev ortamı ve yoğun tempo sık sık ekmek yapmamıza engel olabilir. Böyle durumlarda bir ön mayanın ömrü uzun süre saklamaya izin vermeyecek kadar kısadır. Yani buzdolabında bir gün. Ön maya aşırı kabardıktan sonra söner. Bu ekşidiği ve kullanılırsa ekmeği ekşiteceği anlamına gelir. En iyisi başta değindiğim gibi, mayayı kuru saklamak,  ihtiyaç durumunda nohut veya ceviz büyüklüğünde bir parça kurutulmuş mayayı suda eritip akışkan bir ön maya olacak şekilde suyla eşit miktar unla karıştırmaktır. Eğer ön maya hazırlanmayacaksa önceden ayırmış olduğumuz nemli veya  kurutulmuş hamur suda eritilip ekmek hamuruna katılır. Ancak bu yöntemle mayalanma yavaş ilerler, ekşi olma ihtimali de vardır. Ön maya kadar da güzel sonuç vermez.
   Ekmeğimiz için farklı bir ekşi maya da ekşitilmiş nohut mayasıdır. Nohut mayası hazırlayıp ekşiterek kullandığım nohut mayası benim yıllardır denediğim sonucundan memnun olduğum bir maya. Ekmek yapmaya niyet edenlere tavsiye ederim. Saklama, ön maya ve yoğurmada bir fark yoktur.
Nohut mayası ve ekşitme:
   Malzemeler:
Bir avuç her biri havanda ikiye kırılmış nohut.
Bir kaşık doğal (değirmen) un.(yoksa tam buğday)
Bir bardak kaynamaya yakın sıcaklıkta içme suyu.
Bir tutam kaya tuzu.
Malzemeleri cam kavanozda karıştırın. Birçok tarifte sarın, sıcak yerde koyun deniyor. Fakat ben bu şekilde başaramadım. 37_38 derece sıcaklık sabit olmalı. Elektrik ocağının en düşük ayarında, tencereye mayalanma sıcaklığındaki suyun içine kavanozu oturttum. Tencereye değmesin diye kavanozun altına bir tabak koydum. Tencerenin kapağını kapadım. Bu işlemi sabah yapın ki akşama kadar sıcaklık kontrolleri olsun. Sıcaklık kendini tam mayalanma sıcaklığında dengelemeli. Güvenli biçimde gece boyunca elektrik ocağı açık tutarak tenceredeki suyun mayalanma sıcaklığında kalması sağlanmalı. 24 saat mayalanma için yeterlidir. Bu işlemi termosta yapabilirmiyiz diye düşünmüyor değilim. Neyse ki ben artık mayamı hazır etmişim. Deneyen olursa, sonucu bilmek beni mutlu eder. Sabah kavanozda en az iki parmak beyaz köpük oluşmuş olmalı. Çok kötü kokacak, hazır olun. Isterseniz balkonda açın. Benden söylemesi. Kavanozu açıp plastik süzgeçten geçirin. Bu sudan bize sadece bir çorba kaşığı miktar yeterlidir. Nohut mayasının suyu ve undan  birer kaşık olmak üzere bir tutam tuzla toplamda bir ceviz büyüklüğünde maya yoğurun, un üzerinde bir kapta ılık yerde dinlendirin. Üzeri bezle örtülsün. Her kabarıp çatladığında hafifçe yoğurun. Her yoğurmada un eklemeyebilirsiz maya hamur kıvamında kalsın yeter. Zamanla mayada hafif ekşi ayran gibi bir koku olunca artık maya hazır demektir. Ekşime olduğunda ekmek yapmaya hazırdır. Nohut mayası hazırlayıp ekşitme bir defaya mahsustur. Sonraki her sefer yaptığımız ekmek  hamurundan ceviz büyüklüğünde bir parça ayırıp buzdolabında kurutmak yeterlidir.Eğer elinizde ekşi maya varsa bir bezelye büyüklüğündeki parçayı hazırladığınız nohut mayasına eklerseniz ekşimeyi hızlandırırsınız. Bu mayada da kullanmadan önce ön maya hazırlanması çok iyi sonuç verir.
    Ekmek yaparken hamura keten tohumu, baharat gibi malzemeler katılmadan saklanacak maya çekilmeli. Maya ayrılmadan hamurun tuzu katılmış olmalı. Yani maya (normal tuzlu) ayrılmalı. Daha önceki yazılarımda işlediğim gibi, en uygun un, buğdayın direk öğütüldüğü değirmen unlarıdır. Elenmediği için bütün faydası içinde kalır.Bu unu doğal un olarak adlandırabiliriz. Köy unu, değirmen unu da denilebilir. Fabrika tam buğday unlarında ise; uzun süre dayanması amacıyla, kısa sürede ekşidiği için ruşeym denilen asıl mineral deposu, faydalı olan kısmı ayrılarak tam buğday unu elde edilir.
     GELENEKSEL DOĞAL EKMEK YAPILIŞI  
  Unun cinsine  göre gereken su miktarı her ne kadar değişse de; 1 kg una 700 gr su ölçüsü kolay hamur için yeterlidir. Profesyonel kullanımlarda su oranı unun kaldırabildiği kadar arttırılır. Ancak bizim amacımız ev ortamında kolay hamur olmalı. Ön mayanın içerdiği suyuda  hesaplarsak yoğurma esnasında el ayarımız tutacak şekilde un eklemeniz gerekebilir. Kaya tuzu 1 kilo una 10 gram ölçüsündedir.
     Kullanacağınız una; mayayı veya ön mayayı yeterli miktarda kaya tuzunu koyup azar azar içme suyunu ekleyerek yoğurun. Eğer maya ön maya olarak hazırlanmışsa ekmeğin serin yerde olması kabarmasını yavaşlatmaz. 1 kg una bir ceviz büyüklüğü maya veya bir çay bardağı ön maya yeterlidir. Ekşi mayalı hamurlar aşırı sıcağı sevmez, çabucak ekşir. Genelde hafif serin ortamlarda en tatlı ekmekler çıkar. Bir önceki geceden yoğurup buzdolabında bekletilmiş hamurlar da ertesi gün pişirmek üzere kullanılabilir.Hamur ne ele ne tepsiye yapışmamalı. Parmakla bastırıldığında iz kalmalı. Eğer iz olmuyorsa hamur sert demektir, az az, kontrollü su ekleyerek yoğurun. Bu ayar çok önemli. Geleneksel tarife göre hamur bu şekilde hazırlanıyor. Saklayacağınız mayayı ceviz büyüklüğünde koparıp ayırın. Artık istiyorsanız hamura öğütülmüş keten tohumu(iki üç kaşık) ekleyerek özlü ve toparlanmış olana kadar yoğurmaya devam edin. Üzeri bezle örtülü bir şekilde sıcaklık 22-25 derecede iki kat olana kadar dinlensin. Hamur hafifçe unlanarak şekil verildikten sonra yağlanmış tepsiye konur. Aynı sıcaklıkta iki kat olana kadar beklesin. Keskin bıçakla yarım santim derinliğinde kesik atın. Önceden buhar kabı ayarlanmış kızgın fırın gereklidir. Taş fırın gibi, dışı yanmadan içine kadar pişirebilmek için ekmek taşı edinebilirsiniz. Diğer bir seçenek,  tepsiyi  altında bir tepsi daha koyarak fırına koyabilirsiniz. İki tepsi arasına bir kahve fincanı kaynar su koyarsanız fırının buharı karşılanmış olur. Fırını 250 derece ısıtın. Arasına bir fincan kaynar su konmuş iki tepsiyi fırına sürün. 10 dakika sonra 225 dereceye indirin, 25 dakika daha pişsin. Toplamda 35 dakika pişim süresi. Eğer kavruk isterseniz süreyi on dakika daha uzatabilirsiniz. Fırınınızın huyunu bilirsiniz, ekmeği üstten kurutursa kabarmaz, farklı yerlerden çatlar. Tepsiyi altlara sürerseniz çözüm olabilir.
       NOT: Ayırdığınız mayayı diğer hamur işi tariflerinde kabartmak için kullanabilirsiniz. Ben mayalı poğaçayı gayet başarılı yaptım( mayanın ekşi olmaması sayesinde). Aynı zamanda yapacağınız turşuların hamur mayası olarak tercih edebilirsiniz. Turşuda kullanmanızı kesinlikle tavsiye ederim. Yapacağınız turşuların hamur mayası olarak tercih edebilirsiniz. Biber, salatalık, lahana, şalgam... Mükemmel ve kıtır kıtır oluyor, uzun süre dayanıyor. Ayrıca hamur mayalı turşu, sirkeli turşudan daha vitaminli ve hafif. Denemenizi tavsiye ederim.
                                                                                                       HOŞÇAKALIN

12 Ağustos 2016 Cuma

RADYASYON ve ÖTESİ

Uzun süreli radyasyona maruz kalma lösemi, kısırlık, katarakt, cilt hasarları ve daha birçok ciddi kanser türlerine neden oluyor. Peki hangi önlemleri alıyoruz? Bu konuyu ne kadar önemsiyoruz? Maruz kalma tehlike sınırları belirlenirken çocukların göz önünde bulundurulmadığını, erişkin bireylere göre belirlendiğini öğreniyoruz. Örneğin mikrodalga fırın çalışırken, zeminde yoğunlaşan dalgaların, boyları kısa olduğundan dolayı, çocuklarda bacak boyunu da aşarak iç organlarına etki ediyor olmasına dikkat çekiliyor. Bu durumda, çalışarak radyasyon yayan cihazlardan çocukların uzak tutulması önemli. Çocuklar ve radyasyonun etkileri üzerinde yapılan araştırmalardan biri de; Isveç' te Dr. Lennart Hardell tarafından yapılmış. 20 yaş altı gençler ve çoculardan, cep telefonunu düzenli kullananlar arasında yapılan bir taramada, beyin kanseri görülme riskinin, 5 KAT ARTTIĞI tespit edilmiş. Sebep te, çocuklarda kafatası kalınlığının daha ince olması ve hassas olan baş yapıları deniyor. Ayrıca araştırma sonunda; çocuklarda cep telefonu kullanımında, kulaklık ve benzeri materyallerle bile cep telefonunun kullanımının kısıtlanması gerektiği önemle belirtiliyor. Özellikle 16 YAŞ ALTI çocukların, sadece çok önemli durumlarda cep telefonunu kullanmasının ve arama yerine mesaj tercih etmesinin daha doğru olduğu vurgulanıyor. Hatta mümkünse çocuklara hiç cep telefonu kullandırılmasın deniyor. Hal böyle iken, sussun, dursun, yemek yesin veya ödül olsun maksadı ile çocukların eline cep telefonu tutuşturanlar için bir kaç araştırma daha: Doğru, cep telefonunda sinyal güçlü değildir. Ancak, çocukların ince ve hassas kafatası yapısını göz önüne alarak okumaya devam edelim! Ayrıca, cep telefonunun başa ve beyne çok yakın kullanılıyor olması, bilim insanlarına, sinyali ne kadar zayıf olsa da, "kansere sebep olur mu?" sorularını sorduruyor. Işte cevap: Avusturalya'da, 1990' larda, farelerin, cep telefonu frekansındaki radyasyona maruz bırakıldığı bir  araştırmada, farelerde tümörün iki katına çıktığı görülüyor. Bir diğerinde ise; fareler 18 ay boyunca, günde bir saat radyasyonda kalıyor. Sonuç: farelerde 2 kat fazla B_hücreli lenfoma ile karşılaşılmış. Dr. Andrew Davidson, 1982_1992 yılları arasını kapsayan bir taramada; beyin kanserinin, insanlarda görülme sıklığının iki katına çıktığını görüyor. Araştırma sonucu, dikkatleri mecburen başa yakın kullanılan ve radyasyon yayan cihazlara çeviriyor. Göze almamız gereken riskleri bilirsek, yaşamımızda teknolojiye ayıracağımız yeri belirleyebiliriz. Bedava dakika kampanyamız varsa, kullanırken; baş ağrısı, baş dönmesi, stres, gerginlik, yorgunluk, oksidatif hasar, işitme kaybı, DNA hasarı, beyin tümörü gibi risklerin söz konusu olduğunu bilerek uzun sohbetler yapalım. Benzer bir manyetik alanın diz üstü bilgisayarlarda da olduğu, bir masa üstünde, bedenimizden elden geldiğince uzakta, interneti kablo ile alır şekilde kullanılması gerektiği belirtiliyor. Kablosuz bağlantı kullanılıyor ise, bitiminde yayın kapatılarak ortam aşırı sinyallerden temizlenmeli deniliyor. Mikrodalga fırınlar ise ayrı bir önem arzediyor. Mikrodalga fırının çalışma esnasında yaydığı radyasyon alan genişliğinin, arada bir duvar olduğu durumda bile, 4 metre olduğu yapılan ölçümde belirlenmiş. Mikrodalga fırınların metalle kaplı olduğu için, eğer kaliteli ise, radyasyon sızdırmayacağı, çalışma esnasında en az 3 metre uzak durulması gerektiği vurgulanıyor. Ayrıca, mikrodalgada dönen tabağı seyretmenin, göz için son derece zararlı olduğu bilinmeli. Konuyu fazla dağıtmadan bir ek daha: mikrodalgada uzun süreli pişirim, aynı kızartmalarda olduğu gibi, serbest radikallerin oluşmasına neden oluyor. Sadece kısa süreli ısıtmalar için önerilen mikrodalga fırınlar, dikkatli kullanımla, güvenilir sınıfında yerini alıyor. Gün içinde doğru mesafeyi koruyabildiğimiz teknoloji, geceleyin bizi esir almasın deniyor. Günün en az 8 saatini geçirdiğimiz uyku esnasında, çevremizde olan bütün sinyal yayıcılara bize zarar verecek kadar uzun süre maruz kaldığımıza dikkat çekiliyor. Getirilen öneriler ise: uyumadan önce fişler çekilsin, cep telefonları ve telsiz telefonlar iyice uzaklaşsın, baş ucu radyolu saatler salona gitsin, mümkünse yatak baş uçları bizim kontrolümüzde olan ( duvar arkasında bilgisayar ve kablosuz internet cihazı olmasın) yöne çevrilsin. Eğer yatak başı komşu duvara bakıyorsa, gece kullanılmadığı  her zaman için fiş çekilmesi hususu, bir sabah kahvesi esnasında rica edilsin. Ne de olsa, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var!
var!

GÜVENLİ MESAFE GÜVENLİ KULLANIM

Güvenli mesafe, güvenli kullanım. Bu günlerden sonra, en çok duyacağımız slogan. Çünkü her tarafımız WF cihaz sinyalleri, manyetik alanlar, sınırı aşan radyasyon oranları, tıbbi müdahale cihazları (hem hastaya hem doktora radyasyon zararı), yer yer yok olan ozon tabakasının tutamadığı güneş kaynaklı dalgalar, hayatımızı kolaylaştıran cep telefonları, yine son derece gerekli baz istasyonlar... Hepsi güvenli mesafe istiyor. Ateşten yanmak ile ısınmak arasındaki fark kadar bariz!
     Radyoaktif öğeler, vücuda alındıktan sonra dokulara yerleşerek, buralarda radyasyon yaymaya devam ediyor. Hepimizin radyasyonla içiçe yaşadığı malum. Maruz kaldığımız radyasyon çeşitleri ne kadar fazla ise, vücutta o  kadar çok zararlı serbest radikal oluşuyor.Ayrıca, doğal kaynaklı radyasyonun, maruz kalmada 3 te 2 oranında payı var. Güneş ve çevremizde radyasyon içeren kayalar örnektir. Ayrıca, radyoaktif maddelerin çıkarıldığı madenler ve çevresinde biriken radyoaktif kumlar, kullanıldığı santraller, santrallerin artığı olan nükleer çubuklar ve uranyum saçan soğutma suları... Bu nükleer unsurlar hava ve su yoluyla bütün dünyayı dolaşıyor. Hiç aklımızda olmayan başka bir kaynak ise uçak yolculukları. Uçakla yolculuğun, bir röntgen muayenesi kadar radyasyona maruz bırakıyor olması, önemli bir bilgi olarak geçiyor.Beden, maruz kaldığı radyofrekansları soğuruyor. Hücrelerimizdeki ısınmanın( cep telefonuyla konuşurken yaşadığımız gibi ) ve vücut sıcaklığında artmanın bundan dolayı olduğu ifade ediliyor. Cep telefonlarının, kulaklıkla konuşma mecburiyeti malum. Evlerimizin elektrikli eşyaları ve kabloları, manyetik alan oluşturarak, özellikle çalışma esnasında daha aşırı olmak üzere, bedenimiz üzerinde manyetik yük yaratıyor. Ihtiyaç fazlası kabloları devreden çıkarmak, cep veya telsiz telefonlarını evin oturma ve yatak odalarından uzak tutmak tedbirler olarak sayılıyor. Sonuçta, çalışan cihazdan uzaklaşıldıkça manyetik alanın azalıyor olduğunu bilmemiz, korunma için ilk adımdır. Teknolojiyi kurallarına göre kullanmak zorundayız. Güvenli uzaklık mesafesini koruyarak, ( ortalama 2 metre) maruz kalışı en aza indirmeliyiz. Teknoloji günümüzde bir lüks değil, ihtiyaç. Edindiğimiz cihazlar doğayı, çevremizi, yaşantımızı değiştiriyor, yeri geliyor bozuyor bile. Güneş, gezegen veya teknoloji kaynaklı olsun; manyetik alanları,radyasyonu, manyetik dalgaları, bedenimize, hücrelerimize etkilerini göz önüne almalıyız. Buna göre kullandığımız cihazın fayda zarar hesabını yapmalıyız. Yaşamımıza aldığımız teknoloji kadar doğala da önem vermeliyiz.
      HER ŞEY INSAN IÇIN...

11 Ağustos 2016 Perşembe

İKLİM: HİLELİ ZAR!

 Atmosfer kirliliği belli bir sınırı aştığında, güneş ışınları yeryüzüne ulaşmadığı için dünyada göreceli bir serinlemenin olduğu, ancak bunun da uzun vadede ısınmayı engellemek yerine, sera etkisini arttırarak daha büyük felaketlere yol açacağı belirtiliyor. Sera gazı, geçmesine müsaade ettiği güneş ışınlarının, geri uzaya kaçmasını engellediği için, gezegenimizi bir battaniyegibi sarar ve sıcak tutar.
    1951_1989 yılları arasında her ay kendi normalinden 0,50 daha sıcak ölçülmüştür. Bazı bölgelerde 50_60 kadar sıcaklık oynamaları olmuştur. 1980, iklim konusunun konuşulmaya başladığı yıldır. Sıcaklık ve mevsim tahminleri zar atmaya benzemiştir. Hatta artık bilim, bu zarların hileli olduğunu konuşmaya başlamıştır. Bazı dönemlerin normalinden soğuk geçmesi,iklim bilimcileri şaşkına çevirmekteydi. Küresel iklim değişiminin araştırmalarında en önemli gösterge olan okyanus ısı ortalamasınının, 1993_2003 yılları arasında düzenli olarak yükseldiği gözlemlenmiş. Iklim bilimciler, küresel ısınmaya neyin daha çok etkili olduğunu kıyaslamaya çalışıyorlar. Son 150 yılda atmosferdeki CO2 oranı çarpıcı bir yükseliş göstermiş. Metan değişimi ise daha çarpıcı. Sadece CO2 ve metan oranları ile atmosferdeki ısı değişiminin birbirini takip ediyor olması bile etki tepki mekanizmasını anlamaya yetiyor. Atmosfer gazlarından aerosoller; güneş ışığını yansıtır, bulut kümelerinin toplanıp yoğuşmasına sebep olarak, atmosferin soğumasını sağlar. Başka bir soğutucu ise, havaya savrulan volkan gazlarıdır. Bir kısım gazlar dünyayı soğuturken, sera gazları güneş ışınlarını ve sıcaklığını atmosferde hapseder. Bilim insanları, güneş ışınlarını yansıtan aerosollerin sera etkisini hafifletse de, bu sıcaklıkların en son 10 bin yıl önce görüldüğünü, o zamanlarda denizlerin 5_6 metre daha yüksek olduğunu söyleyerek, araştırmaları buzullara çeviriyorlar. Bu arada, buzulların nasıl eridiği, her an parça parça koparak okyanuslara nasıl eklendiği, sera gazlarının tropik kuşakta nasıl aşırı yağışlara sebep olduğu herkesin malumu. Aerosol soğuması ile sera ısınmasının maskelenmesi çıkar çevrelerinin işine geliyor. Aerosollerin, hava kirliliği yaratarak yılda ortalama 1 milyon insanı öldüğü gözlerden kaçıyor. Bu küçücük parçacıklar kana karışıyor, ciğerlere yerleşiyor, astım ve solunum problemleri yapıyor. Doğa dostu teknolojilere geçmek, önlemler almak mecburi. Gezegen sinyal veriyor. Dünya bu durumda iken, bizde iyi birşey olması beklenemez. Haliyle Türkiye'deki durum da içler acısı. 35 il ve 210 ilçede kuraklık ilan edildi. Önlem almada, (her şeyde olduğu gibi), geç kalan yönetimlerin; baraj, göl, dereler ve ekinler için yağmur duasından başka ne çözümler ürettiği merak konusu! Kuraklık tarımı, şehirleri vururken, bir yandan can alan sellerle boğuşuyoruz. Iklim değişikliklerinin belirtileri zamansız yağan dolu, sel, aşırı ve zamansız soğuk gibi şekillerde bize ne ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bana birşey olmaz kafası burada işe yaramıyor. Seyirci olmak değil, karar verici olmak zamanı!

DOĞANIN YARDIM SİNYALİ


Iklim değişiyor, bizler yalıtılmış ortamlarımızda, küresel ısınmayı gündelik hava dalgalanmaları olarak algılıyoruz. Hayvan ve bitki cephesinde durum farklı. Küresel ısınma, vahşi yaşam için daha çok kuraklık, daha az bitki, besin ve su kaynağı demektir. Yağışların ara enlemlerden ekvatora doğru kayması, bütün ekolojik yaşam için tehdit unsuru. Zaten şehirleşen, insan istilasına uğrayan vahşi yaşam alanları, kesilen göç yolları yetmezmiş gibi, aşırı avlanma, çevre kirliliği, besin bulma zorluğunun had safhaya çıkması... Küresel ısınmanın, çevre kirliliğinin, yaşam alanları işgallerinin karşısında doğa çaresiz. Her şey insan vicdanına kalmış.
    Gezegenin sıcaklık derecelerinin göstergesi olan izoterm eğrilerinin, 10 yılda 56km kutuplar yönüne kayma gösterdiği tespit edildi. Bir çok türün yaşam alanının aynı şekilde kayacağı belirtiliyor. Ekolojistler, her türden ve sınıftan 943 canlı türünün yaşamında gözle görünür değişiklikler tespit ettiler. Özellikle kutup canlılarının ise başları ciddi dertte. Kaçacak yer yok! Geri çekilen deniz buzu yüzünden zengin krill (tek hücreli canlı) kaynakları kuruyor. Bu krill kaynaklarından beslenen penguenlerin yaşamları tehdit altında. Kutup ayıları ise üzerinde durup fok avlayacakları bir buzul parçası bulamıyor. Sıcaklık artışından dolayı biyolojik ritimleri bozulan kutup ayısı yavruları kış uykusundan erken uyanıyor, gelişememiş oldukları için çevre koşullarına uyum sağlayamıyor. Ayrıca dağlık bölgeler de, kurak kayalık haline gelerek küresel ısınmadan nasiplerini aldılar. Dağ türleri yaşam mücadelesi veriyor. Artan kuraklığa karşı savunmasız ormanlar yangın tehdidi altında. Çekirgeler ve asit yağmurları da cabası.
    Florida, yükselen deniz seviyesi ve artan fırtınalar için setler inşa ediyor. Ancak insanı koruyan setler, Caretta Caretta kaplumbağalarının sahile çıkıp yumurtlayacağı yolu kapatıyor.
     Birkaç derecelik ısınmaya uyum sağlanabileceğini söyleyenlere, bilim bunun böyle hafife alınacak bir mesele olmadığını kanıtlayan örnek veriyor: küresel ısınma canlılar için 1000 km ye varan mesafelerde göç demek! Böyle muazzam bir mesafeyi aşmak türlerin %50_%90 kadarını yok edebilir ve mümkün değildir diye ifade ediliyor.
   Gezegenimiz ve doğanın yardım sinyalleri sağır kulaklara ulaşmalı. Gidecek başka yerimiz yok!

20 Ekim 2015 Salı

INSANLIĞIN IMTIHANI KARBONDIOKSIT


Şimdiye kadar birikmiş karbondioksitin atmosferden temizlenmesinin bir yolu bulununcaya kadar, CO2 salınımının: örneğin yeni termik santrallerinin açılmasının yasaklanması, halen çalışmakta olanların da mümkün olduğunca kısa zaman zarfında kapatılarak yenilenebilir enerjilerle dönüştürülmesi en acil önlem olarak görülüyor. Bilim insanları, en az 500 yıl boyunca, hali hazırda bulunan CO2 nin çeyreğinin atmosferde kalacağı gibi bir tahmin yürütüyorlar. Önümüzdeki yıllarda işin ciddiyetine binaen atmosfere CO2 bırakan bütün enerji santrallerinin kapatılması gerektiği, binaların enerji korumalı olmak zorunda olduğu, karbon salınımı vergisinin mecburiyet olduğu öngörülüyor. Bu arada, dünya petrol rezervlerimizi de yarıladığımızı öğreniyoruz. Ayrıca, zehirli gazların salınımının azaltılmasının hedeflendiği Kyoto Protokol'ünün bütün ülkeler özellikle de karbon salınımının en fazla olduğu ABD tarafından imzalanması daha fazla bekletilemez. 2008 yılında bir NASA bilimadamı olan Prof.James E. Hansen, eğer CO2 salınımı durdurulmazsa, 2010 yıllarında CO2 oranı 400_425 ppm civarında olacaktır diyerek, doğru bir öngörüde bulunmuştur. Eğer sadece dünya genelinde kömür kaynaklı CO2 salınımı tamamen durdurulursa ancak bu şekilde iklim değişikliği durdurulabilir demektir. Ancak, azalmak bir yana dursun kömürün payı artmakta. Bir çok ülke en az 50 yıl çalışacak kömür santralleri kurma planları yapıyor. Enerji, CO2, atmosfer, iklim sadece ulusları değil, bütün dünyayı ilgilendiren bir konudur ve kararlar ortak denetimli bir biçimde alınmalıdır. CO2 nin atmosferdeki uzun ömrü iklim değişiminin bir numaralı sebebi olarak belirlenmiştir. Sanayi devriminin dünyamıza kazandırdığı CO2, 2020 ye kadar zorunlu veya gönüllü, ortadan yok olmalı. Karbon havaya salınmadan hapsedebilecek teknolojiler her yer ve kişiyi kapsayacak biçimde yerleşmeli.
ABD ve Kanada CO2 nin kişi başına salınımı en yüksek ülkelerdir. Gezegen ve doğa ana sorumluluğun kime ait olduğuna bakmıyor. Patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen iklim konusu, bilinçte bütün canlılardan üstün olduğunu iddia eden insanlığın en büyük imtihanı. Bu artık bir ölüm kalım meselesi.