29 Mayıs 2015 Cuma

VAR OLMAYAN HASTALIK: KRONIK YORGUNLUK


Kronik yorgunluk, astım, beyin problemleri, parkinson, kısırlık, kanser... Hepsi toksik kimyasallarla ilişkilendiriliyor. Bedende birikip, lenf sistemine aşırı yük olan ve atılamayan toksik maddeler, günümüzün ciddi problemi olan, kronik yorgunluğa sebep oluyor. Hiç bir belirti vermeyen ve "var olmayan hastalık" sayılan kronik yorgunluk, tam bir arınma istiyor! Normalde, yaratılış itibariyle en az 100 yıl sağlıklı yaşaması gereken bu beden, acaba nelere maruz kalıyor? Evimizdeki kokulu ürünlerde, 884 zararlı kimyasal olması gözlerden kaçıyor. Petrol ürünlerindeki 225 toksik maddeyi, aldığımız nefesle, egzoz dumanının çok zararlı ince kurum parçacıklarını da katarak,  akciğerlerimize taşıyoruz. Bulunuşunun ilk yıllarında; "kimya yoluyla daha iyi yaşam" sloganıyla tarım ilaçlarının pazarlandığı, bir zamanlar müşterisinin ayak numarasını, röntgen cihazıyla alan ayakkabıcıların bulunduğu, son yıllarda yabani hayvanlarda, balıklarda, sokak hayvanlarında kansere rastlandığı, artık anne sütünde bile toksik maddelerin bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz.  Herşey, besin zincirinin son canlısı olan insana gelip çattı. Tek tek değerlendirilip zararı az bulunan birçok kimyasal, karışım olduğunda sonu tahmin edilemez hal alıyor. Ancak, araştırmalar kimyasal tek başına baz alınarak yapılıyor. Daha vahimi, araştırmalar üretici şirketler tarafından yapılıyor. ABD' de 1976 öncesi 60 bin kimyasalın, güvenirlik incelemesi yapılmadan, kullanıma girdiğini öğreniyoruz. Amerika ve Kanada' da mesleki sebeplerle, maruz kalmadan dolayı, her yıl 60 bin kişinin kanserden ölmesi çok acı, göz yaşıyla yıkanmış bir istatistik.
    Güvenli kimyasallar için yapılan Louisville sözleşmesinde kayıtlı, 26 MILYON KIMYASALIN, SADECE 500 TANESININ risk, zarar seviyesi, kullanım sınırı tespit edilerek, yaptırım uygulanıyor. Geri kalan milyonlarca kimyasalın, sınırı belirlenmemiş.
 Toksik maddeye maruz kalma ve risk hesaplanmasında yanlış yapılan noktanın; 70 kilo, erişkin ve erkek baz alınması olduğu belirtiliyor. Burada dikkat çekilen konu, bebek ve çocukların kilolarına göre, bir erişkin için belirlenen sınır dozun, küçükler için çok aşırı olduğudur. Risk belirlemesinde; kilo ile maruz kalma hesaplamaları, çocuklar baz alınarak yapılmalıdır. Bu açıdan bakarsak; kullandığımız antibakteriyel ürünler; içeriğinde bulunan tarım ilaçları yüzünden; bebek ve çocuk temizliğinde ve çevresinde asla kullanılmamalıdır. Hem küçük bedenlerde toksik birikim yapar, hem de antibiyotiğe dirençli bakterilerin gelişmesine sebep olur. Ev temizliğinde sirke, karbonat vs önerileri bundan dolayıdır.
     Hamilelik öncesinden, toksik maddelere karşı bilinçli olunması gereklidir. 2004 yılında yapılan bir araştırma bunu destekliyor. Araştırma sonucunda; yeni doğan bebeğin göbek kordon kanında, 230 çeşit zararlı kimyasal olduğu ortaya çıktı. Böyle bir mirasla doğan bebeklerin bağışıklık sistemine ne olur? Bunun cevabı bir başka araştırmada: Tarım ilaçlarının hormon bozucu etkisi olduğu, hormonları taklit ederek hastalık yarattığı ve dioksinlere maruz kalıp etkilenme sonrasında, bedendeki bu etkinin 20 YIL SONRA BILE sürerek, bağışıklık sisteminde problemlere yol açtığı bulunmuş. (Bağışıklığı çökerten diğer unsurların; ağır metaller, hava kirletici olan ozon vs, sigara, yapay tatlandırılmış gıdalar, yanmış_yarı yanmış et ve gıdalar olduğu belirtiliyor.)
      Yazıyı, bir araştırmayla sonlandırmak istiyorum.2001 de Seattle' da; evlerinde böcek ilacı kullanmayan ve genelde organik beslenen ailelerin, 96 çocuğundan, (birinde, sınırın altında olmak üzere), hepsinin kanlarında, böcek ilacı kalıntısı bulundu. Tozun, böcek ilacı yayılmasında, büyük rolü olduğu ortaya çıktı. Araştırmadan; yöre halkının 1/3 ünün, toksik madde hassasiyeti olduğuda belirlendi. Sağlığınız için geç kalmış sayılmazsınız. Bir adım atın!
       SAĞLIKLI KALIN, HOŞÇAKALIN.

14 Mayıs 2015 Perşembe

DDT ve EKOLOJIK FELAKET


Yıl: 1950. Yer: Borneo Adası. Olay: Sıtma salgını. Sıtma hastalığı ve başlıca yayıcısı sivrisinek; ada halkının büyük problemi olmuştur. Sivrisinekler yok edilerek, sıtma salgını önlenmelidir. Dünya Sağlık Örgütü duruma el koyar. Çözümü DDT de aranmaktadır. Sonuç etkiliydi. Sivrisinekler yok olmuş, sıtma salgını büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır. Ancak kullanılan DDT nin zararı ve bunun domino etkisi ileride görülecektir.
      Burada bir parantez açıp, DDT nin konusunu baştan ele alalım. Ilk olarak organik yöntemle 1874 te üretilip böcek zehiri olarak kullanıldı. 20. yy başlarında, savaştan kırılan bir dünya ve sıtma, tifüs, sarıhumma dan ölen on milyonlarca insan... Yıl 1939. Bu sefer sentetik yolla üretilen DDT nin, çok etkili bir böcek öldürücü olmasına bir mucize gözüyle bakıldı. DDT ve birçok böcek ilacı; kimyasal silah endüstrisinin yan ürünüdür. 2. Dünya Savaşı bitiminde, bu kimya şirketleri askeri kimyasal silah üretiminden, ilaç ve tarım ilacı sektöründe faaliyete geçmişlerdir.
      Insanlar bu mucize ilaçları çok sevdi. Şehirler, köyler, bütün ekili alanlar, çimenler, parklar, kısacası her yer DDT ve benzerleriyle adeta yıkandı! Eğer fotoğrafa dikkat ettiyseniz, ilaçlama yapan çiftçilerin; tarlayı veya yabani otları farketmez, neredeyse yıkar gibi aşırı ilaçladığını görürsünüz. Her birinin arasında ancak birer adım var ve sırtlarındaki aletler o günlerden bu yana hala kullanılıyor. Ayrıca hiç bir koruma ( maske vs) kullanmıyorlar. Bu bilinçsiz tavrın günümüzde de devam ediyor olması çok acı. Tarım çalışanları arasındaki kanser oranı,  nüfusun geneline oranla çok daha yüksek. Fotoğraf da kanıtı! Korumasız, aşırı ve özensiz, sonuç: KANSER.
      Kaldığımız yerden devam edersek: DDT nin en trajik biçimde, domino etkisini gösterdiği yer Borneo Adası olmuştur. Ağırlaşan sıtma salgınına karşı, DDT ile kurutulan sivrisineklere kadar durum iyiydi. Ada halkı saz damlı evlerde yaşıyordu. Bu sazları kemiren tırtıllar, yaban arıları tarafından yeniyor, bu şekilde evler sağlam kalıyordu. Doğa bir denge tutturmuş giderken, DDT yaban arılarını ve birçok böcek türünü zehirledi. Bu böceklerle beslenen kertenkeleler ve kertenkeleleri yiyen kediler... Hepsi DDT den nasibini aldı. Kedilerin azalması farelere yaradı. Bu defa ada halkı, farelerle mücadele etmek zorunda kaldı. Başlangıçta DDT atan Dünya Sağlık Örgütü, şimdi de paraşütle adaya 14 bin canlı kedi indiriyordu!
      1970 lerde DDT ve benzeri birkaç tarım ilacı yasaklandı. Birçoğunun kullanımına sınır getirildi. Dünya çapında, vahşi yaşamda oluşan yıkım ve bunun insan yaşamına, sağlığına etkisi gün geçtikçe daha iyi görülüyordu. Ancak çok geç kalınmıştı. 20. yy ortalarından bu yana, doğan bütün bebekler anne karnında kimyasallarla tanışarak doğuyordu. Bilim dünyası, ekolojik sistemin %60 ının zayıflayarak çöktüğünü ifade ediyordu. Doğa artık ilaca dirençli genler geliştiren böceklerle doluydu. DDT gibi birçok tarımsal ilaç kalıntılarının, kuzey kutbuna kadar bile, bir şekilde ulaşmış olduğunu ve artık kaçacak yerimizin kalmadığını anladık. Yasaklanmasının üzerinden geçen bunca yıldan sonra, bu güne kadar  birçok Amerikan çiftlik evinde yapılan tahlillerde, ev döşemelerinde DDT kalıntılarına rastlanıyordu. Anne sütünde bile hala rastlanan DDT nin, bedene bir kez alındığında, bağışıklık üzerinde 20 yıldan uzun süre etkili olduğu tespit edildi. Tarım kimyasalları; kanser, genetik bozukluk, doğum anomali, hormon problemleri ve daha birçok hastalığa sebep oluyor. Gidecek başka gezegenimiz yok. Doğala dönmek zorundayız.
      Doğa, dengesini her zaman, sıfır atık olacak şekilde kurar. Doğadaki döngüyü örnek alarak, yeşil kimya yöntemleri uygulamaya konuyor. Amaç, ihtiyacımız olan maddeleri daha az atıkla, daha doğal, çevre dostu olarak üretip kullanmaktır. Üretimde; insan bedeninin temel maddeleri olan, karbon, oksijen, hidrojen, nitrojen, demir kullanılarak, alternatif yollar bulundu. Bütün bu gelişmeler, gelecek nesiller için bir umut ışığı olarak görünüyor.
       DOĞAL KALIN, SAĞLIKLI KALIN.

5 Mayıs 2015 Salı

AĞRI ve HASTALIĞI ANLAMAK IÇIN VÜCUT DILI


Vücudumuz, bize ağrı verirken neyi ifade etmeye çalışıyor? Bedenimizin sinyallerini dinliyor muyuz? Ağrı, gerginlik, rahatsızlık, ateş gibi belirtileri birer mesaj olarak algılamalıyız. Ağrı kesiciler bizi iyileştirmek yerine, bu mesajları algılamamızı engeller. Doğru, günlük yaşantımız daha az gergin, ağrısız ve yaşanır hale gelir. Ancak bu rahatlık yanlış yapmamıza neden olabilir. Örneğin bel ağrısı çeken biri, ağrı kesiciler sayesinde kendini iyileşmiş sanıp, ağır günlük işlerine devam eder. Aynı, diş çekimi sonrası ağrı olmadığı için yanağımızı ısırdığımız gibi, farketmeden kendimizi daha da hastalanmış bulabiliriz. Ağrı kesiciler, bize ağrısız dinlenme konforu sunar, o kadar. Sorunun çözümü için, tabii ki doktorumuz birinci planda. Sıkıntı durumunda gideceğimiz yegâne kişi o. Ancak rahatsızlıklarımızın duygu kökeni için bizim bir adım daha atarak beden dilini öğrenmemiz gerekiyor. Öfke, stres gibi duyguların; kalbin daha hızlı atmasına, tansiyonun yükselmesine, mide ve hazım problemlerine yol açtığını biliyoruz. Ağrı, sıkıntı, alerji, çarpıntı gibi durumlar, vücudumuzun bize sinyalleridir. Hayatımızda ters giden olaylar, ne kadar kendimizi korusak ta, az çok duygusal yaşamımızı dalgalandırır. Etten kemikten bir beden yanında, duygudan oluşan bir bedenimiz de var. Psikolojik durumumuz, doğrudan bedenin çalışma düzenini etkiler. Organlar görevlerine göre, duygusal bedenin durumunu yansıtacak şekilde, belirli tepkiler verir. Örneğin aşırı korkmuş bir çocuk, idrar tutma problemleri yaşamaya başlayabilir.
     Doğu tıbbı bu konuda çok ayrıntılı bilgiler ve alternatif yöntemler belirlemiş. Rahatsız organla ilgili akupunktur noktaları uyarılarak, problem yaşanan organlar ve dolayısıyla beden dengesi sağlanmış. Organların görevleri ve bedenin hangi duyguya hangi tepkileri verdiği ayrıntılarıyla belirlenmiş. 5000 yıllık bir bilgelik hayatımıza akmayı bekliyor. Akupunktur mutlaka bir uzman tarafından uygulanmalı. Ancak belli bazı akupunktur noktalarına basitçe parmak uçlarımızla masaj yapmamız ilgili organın kanlanmasını, enerjisinin artmasını, lenf sisteminin çalışmasını ve dolayısıyla birikmiş toksinin atılabilmesini sağlar. Vücut bu denge sayesinde, dolayısıyla sağlığına kavuşur.
    Sağlık; bir denge durumundan başka bir şey değildir. Sağlık arayışlarımızda bedenimizi dinlemeli, her türlü aşırılıktan uzak durmalıyız. Yoksa olan dengemizi de kaybedebiliriz. Önemli olan; tıbbın imkanlarını DOĞAL YAŞAM ile birleştirmek. Yaşam enerjisi tıkanıklıkları böylece aşılabilir. Sağlık dolayısıyla gelir.
      Yaşam enerjisi; bedenimizde akan, ana bir nehir ve bütün hücrelere kadar dağılan ırmaklara benzer. Akupunktur merdyenleri ise bu nehir ve ırmaklar boyunca sıralanıyor. Bu meridyenlerin baş, el ve ayakta olan merkezi noktalarına, basitçe parmak ucumuzla basınç yaparak canlanma sağlayabiliriz. Oturduğumuz yerde, kendi kendimize, ekstra çaba gerektirmeden yapabiliriz. Akupunktur noktalarına bir kaç örnek:
     _KALP: El serçe parmağı ucu, iç tarafı.
     _MIDE: Ayak serçe parmağı ucu.
     _BÖBREK: Ayak baş parmağı altı.
     _DALAK ve PANKREAS: Ayak baş parmağı ucu, iç tarafı.
     _KARACIĞER: Ayak baş parmağı ucu, dış tarafı.
     _SAFRA KESESI: Ayak yüzük parmağı ucu, dış tarafı.
     _INCE BAĞIRSAK: El serçe parmağı ucu.
     _KALIN BAĞIRSAK: El işaret parmağı ucu.
     _AKCIĞER: El baş parmağı ucu.
     Vücut dili, ilgili organın görevleriyle ve işleyiş biçimiyle ilişkili olarak yorumlanmış. Bilinç altımıza yerleşmiş, belki de hiç farkında olmadığımız sorunlar, duygular, kırgınlıklar, öfke ve korkular günlük hayata çok farklı yansıyabilir. Aynı şekilde, hayatta karşılaştığımız sorunları anlamaya ve üstesinden gelmeye çalışırken, bilinçaltımız tepki verebilir. Bu türlü bir çok olayı kabullenememiş olabiliriz. Bilge bedenimiz bize mesajlar yollar. Dinlemede kalırsak hissedebilir, yorumlayabiliriz. Bir kaç örnek:
      Iskelet ve kemikler, temel yapıyı oluşturur, sorun durumunda inanç sistemimizi ve temel hayat bakış açımızı gözden geçirmeliyiz.
      Eklemler; esneklik, uyum ister. Çevremizdeki olayların bizim konumumuzu zorlaması, duruma göre hareket belirleme zorluğunun eklem problemleri yaptığı belirtiliyor.
Sindirim problemlerinin; ayrıntıcı, başarısızlıktan korkan, kaygılı, haksızlığa uğramış, sevgi azlığı çeken insanlarda daha çok görüdüğü söyleniyor. Tatlı ihtiyacının sevgi eksikliğiyle açıklandığını bilelim.
Sarılmamış yaralar, üzüntü, affedememek, kızgınlık, korku gibi hisler içindeyken nefesimizi tutarız. Solunum, bağışıklığa son derece ihtiyaç duyan bir sistemdir. Sorun durumunda sorulacak ilk soru; "ben neye üzüldüm?" olmalıdır.
Her konu ve düzeyde; bırakamamak, değişim korkusu, harekete geçememek, şiddete karşı savunma ihtiyacı; boşaltım sistemini en çok zorlayan duygulardır.
 Kalp ve ona bağlı olan damar sistemi, vücut için hayati önem taşır. Duygular, yaşam tarzı, ifade biçimleri, kalbin çalışması üzerinde direk etkilidir. Hayatı fazla ciddiye almak, duyguları içe atmak, yaşam sevincinde azalma,aşırı çalışma, az dinlenme; kalp problemlerine yol açabilir.
Kendini ve çevresini olduğu gibi kabul edememek, kendisiyle savaş halinde olmak bağışıklık sistemi için problem demektir.
Hayatımızda sevgi eksikliği durumu ve bereketi yaşamımıza bir şekilde daha çok alma ihtiyacı; doyma hissi olmamasına ve oburluğa yol açar.
Duygu ile beden; mantık süzgecinden geçtiğinde, insan az çok bir sonuca ulaşabilir. Yeter ki amaç doğal ve dengeli bir yaşam içinde; "ben ne hissediyorum?", "bu olayı niye problem ediyorum?", "en doğru kararı alarak, beden sağlığımı nasıl dengeleyebilirim?" "kendime ve sevdiklerime hayatımda nasıl yer açabilirim?" gibi bilgece sorular sormalıyız. Soru sordukça, cevabı bir şekilde aldığımızı görürüz.
Doğal yaşamda, ruh ve beden tam denge içinde çalışabilir. Doğala ulaşmak için atılan en zor adım, ilk adımdır. Sonrası çorap söküğü gibi gelir.
   DOĞAL KALIN, SAĞLIKLI KALIN, HOŞÇAKALIN.